Herhangi bir konu hakkında bilgi sahibi olma ya da olaylar hakkında haber alma özgürlüğümüzü genellikle “kamunun bilme hakkı” çerçevesindeki bir meşruiyet zemininde kavrıyoruz. Sanki bilme hakkımız varmış ve biz de kayıtsız şartsız bilmek istiyormuşuz gibi. Aslında basitçe böyle olması da gerekir. Fakat hiçbir şey o kadar basit değil. İki insan arasındaki süreğen bir anlaşmazlığın içinde kaybedilen ilk şey nasıl “basitlik” ve “sıradanlık” oluyorsa, toplumsal alanda da bu böyle. Toplumsal hayat bir kez kutuplaştığında hiçbir şey rasyonel açıklamalar çerçevesinde kavranmaya çalışılmıyor. Hiçbir öneri basit bir kendince anlama ve anlatma çabası olarak anlaşılmıyor.
Toplumsal olarak bu noktadayız. Hakikatin ve basitliğin kaybedildiği, kimsenin gerçekte bir şey bilmek ve anlamak istemediği, kimsenin kendi payını tartmaya çalışmadığı bir nokta. Diğer bir deyişle, Kemal Can’ın dünkü harika yazısında söz ettiği gibi, bugünün sorumluluğunu almaya kimsenin yanaşmadığı bir nokta.
Bu çerçevede, “bilme hakkı” da masumiyetini epeyce yitirmiş bir hak. Haberler aracılığıyla gerçekten bilmek mi, zaten ciğerine kadar “bildiğimiz” ya da bildiğimizi sandığımız şeyleri doğrulamak mı istiyoruz diyerek, kendi “bilme” çabamızı ve pratiğimizi tahlil etmeye kalksak, bu masumiyet kaybını açık seçik biçimde görebiliriz.
Hakikatin bilgisini basitçe isteyebilmemiz ve hakikatin yanında durabilmemiz için her şeyden önce içinde sürüklenip durduğumuz kutuplaştırıcı rüzgarların bir parça hafiflemesi gerekir. Siyasetin üst katmanlarında kutuplaştırıcı iklim hakim olduğu ve iktidar sahipleri bu iklimden nemalandığı sürece, niye basitçe ve sadece “bilmek” isteyelim ki üstelik? Bu sorunun cevabını vermek kolay olmasa da, bilme hakkından ve “hakikati” bilme konusundaki zorlu çabadan hiç vazgeçmemek gerektiğini düşünüyorum.
Bu güçlükler içinde haberin ve hakikatin yolunu açmaya çalışan gazeteciyi bekleyen şey de yırtıcı ve yıpratıcı bir dünyadır. Olayların nasıl bir dille habere konu edileceği bir yana, haberleştirilip haberleştirilmeyeceği bile problemdir. Üstelik gazetecilik mesleki ilkeleri ve etik kodları da bu karmaşıklığın üstesinden gelme derdine pek ilaç olmaz. Söz gelimi etik bir ilke olarak “bağımsızlık” konusuna bir bakalım. Bu konudaki tanımlama şöyle başlar; “Gazeteciler kamuoyunun bilme hakkından başka hiçbir özel çıkara bağlı olmamalıdır...”. Bilme hakkının içler acısı durumunu ve masumiyetten uzaklığını yukarıda anlatmaya çabalamıştım zaten.
Bilme hakkımıza bir “bilme isteği” ya da “bilme arzusu”nun yeterince güçlü biçimde eşlik etmeyebileceğini ve hatta şu sıralar hiç etmediğini anlatmaya çabalıyorum kısacası. Hal böyleyken, yandaş basında ahlaki bir gazeteciliğin çıtasını tam manasıyla yerlerde süründürenler, birdenbire adeta “Ayna ayna söyle bana” diyor ve açıkça şunu ekliyor: “Bu samimiyetsizlikle, bu pis hesapçılıkla kutuplaşmayı neden bırakayım?” Bunu da İsmail Devrim olayı karşısında söylüyor. İsmail Devrim’in çaresiz intiharını gündemde tutan, sözüm ona “provokatif” muhalefet diline karşı söylüyor. Oysa haber dilini nefretten arındırmak adına onlar tek satır yazmamış, kalem dahi oynatmamışken, bu cenahtaki alternatif haber mecraları bir yandan haberin ve hakikatin peşinde koşarken, bir yandan da etik bir haberciliğin ne olduğunu anlama ve anlatma çabası etrafında devasa diyebileceğimiz bir birikim ve külliyat oluşturdu. Ahlaklı gazeteciliğin el kitapları yine AKP’ye “karşı mahallede” yazıldı.
Sanırsın ki “kutuplaşma”nın zehri, Türkiye’nin en tepesindeki bir sahnede, “Bunlar, onlar, şunlar, fetöler, etöler, ketöler, iltisaklılar, irtibatlılar, deaşlar, hattuşaşlılar, etekliler, etek giymesi gerekenler, kadın mıdırlar, kız mıdırlar, ekmek almaya gidenler, köstek olmaya gidenler” diye diye kurulmuş bir zembereğin patlamasıyla, tüm topluma saçılmadı. Sanırsın ki siyasi iktidar yıllar yılı birbiri ardınca sürüklendiğimiz erken seçim ortamlarında bu kutuplaşmadan en seri biçimde nemalanmadı, bekasını bu kutuplaşmadan sağlamadı... Sanırsın ki bu kutuplaşmanın zehri toplumun hücrelerine yayılsın diye, anaakım medyanın üzerinden silindir gibi geçilmedi. Sanırsın ki seçilmiş siyasetçilerin en yeteneklileri siyasetin sözü olgunlaşmasın diye cezaevlerine kapatılmadı... Sanırsın ki, lahavle...
Bugün yine hakikati bilme isteği konusundaki zafiyete nasıl ve nereden eklendiğimiz konusunu biz kendimiz sorguluyoruz. Kendi payımızı anlamanın derdine düşüyoruz. Çözüm yolları, formüller ya da eleştirel rehberlikler arıyoruz.
Bunun basit ve tek bir formülü olmadığını da biliyoruz. “Mutlak biçimde masum ya da bağımsız veya ‘erdemli’ bir gazete, radyo ya da televizyon asla olmayacak. Etikten yalnızca belirli ve şeffaf kriterler uyarınca ve rasyonel argümanlar eşliğinde, sürekli eleştiri faaliyetini desteklemesi istenmelidir. Gelişigüzel değil de, sistematik olarak rahatsız edici sorular ortaya atan bir eleştiri, bir demokratik toplum modeline işaret ederek kaplamaları aşındırır, kendi taleplerini gerekçelendirir.” Enrico Moressi, ahlaki gazeteciliğin kuruluşu ve eleştirisi üzerine yazdığı Haber Etiği kitabında, sözünü ettiğim açmaz konusunda bunları söylüyor.
Hakikatin karmaşıklığı karşısında, “doğru” bir habercilik pratiği icra edebilmek için, her defasında bağlamı düşünmek, hâlâ şeffaf kalabilen kriterleri hatırlamak ve meseleleri çökelip kalmış bir hıncın değil, rasyonel argümanların eşliğinde ele almak gerekir.
İsmail Devrim’in intihar haberi bütün bu kutuplaşma iklimi ve nefret dili içinde medyaya konu oldu. Geçim sıkıntısının yol açtığı bir umutsuzluk nedeniyle intihar edenlerin sayısının sadece geçtiğimiz yıl 233 olduğuna dair haberleri düşündüğümüzde, bu dil üzerinde durmak da çok önemli bir hale geliyor. Üstelik aynı kaynakta, geçen yıl yaşanan tüm intiharların sayısının 3 bin 69 olduğu ve son 15 yılda ise 44 bin intihar vakasının gerçekleştiği belirtiliyor. Rakamlar son derece vahim. İntiharın bulaşıcı olduğu, taklit edildiği ve belirli bir mesajı iletmek adına umutsuz bir yol olarak seçilebildiğine ilişkin uzman görüşleri düşünüldüğünde, intihar haberleri ve intihar hakkında yazmanın dili üzerine düşünmenin önemi de anlaşılıyor.
Bu konudaki kaynakları okumak, incelemek gerekli. Gazetecilik ve habercilik pratiğini sürdürürken aynı zamanda yıllar içinde bu konuda engin bir birikim yaratma işini de başarıyla yerine getiren Bianet’in habercinin el kitabı ve hak odaklı habercilik kitap dizileri kadar, web sayfasında yayımlanan yazıları da çok değerli bir kaynak oluşturuyor. Tolga Korkut’un yıllar evvel uzman görüşü çerçevesinde hazırladığı bir yazısını ve o yazıda yer verilmiş olan son derece “şeffaf” önerileri hatırlatmakla yetinelim. İntihar haberi yaparken;
- İntiharla ilgili tek ve basit açıklamalardan kaçının.
- İntihar süreciyle ilgili ayrıntı vermekten kaçının.
- Bir ünlünün intiharını yüceltmeyin.
- İntiharın nasıl gerçekleştiğine, yöntemine dair ayrıntıdan kaçının.
- İntiharı bir sorun çözme yöntemi gibi göstermeyin.
- İntihar yardım hizmetlerinden bahsedin.
- İntihar edenin yakınlarının özel yaşamına saygı gösterin.
- İntiharları ilk sayfalarda vermeyin, öne çıkarmayın.
Daha ayrıntılı bilgiler de aynı yazıda mevcut. İntiharların toplumsal alandaki umutsuzluk ve adaletsizlikle derinden ilişkili olduğu intibaını -çok haklı olarak veren- en acı olaylarda bile bu ilkelere bağlı kalmaya çabalamalıyız. İntihar haberini isyan duygularının ifadesine dönüştürerek araçsallaştıran bir dilden uzak durmalıyız.
Çünkü yandaş medyanın yavuz “kalemleri” bilme hakkımızdan ve isteğimizden çalmaya devam edeceklerini açıkça ilan etseler de, bizim ikisinden de vazgeçmemekte inat etmek dışında bir seçeneğimiz yok. Hakikati her yönüyle ve mükemmel biçimde kavramanın ve bu anlamda da hakikatin tam da kendisinin imkansız olduğu bilgisini, her şeye rağmen umutla paranteze alarak, hakikat istemeye devam edeceğiz. Babaoğlu Haşmetmeapları bunu böyle anlamalı.