“Gerçekten mi?” dedirten bir ilk roman
Everest Yayınları’nın “ilk roman ödülü”nü Gülfem Pamuk aldı. “Kitab-ı Siyah Kalem” adlı roman, gizemini yüzyıllardır koruyan nakkaş Mehmed Siyah Kalem’in izini sürüyor.
Nida Dinçtürk
DUVAR - Everest Yayınları’nın bu yıl 11’incisi düzenlenen “ilk roman ödülü”nü “Kitab-ı Siyah Kalem” romanıyla kazanan Gülfem Pamuk, gizemini yüzyıllardır koruyan nakkaş Mehmed Siyah Kalem’in izini sürüyor.
HUKUKTAN YAZARLIĞA GİDEN YOL
Aslen bir akademisyen olan Pamuk, bir başka akademisyenin, Elif’in hikayesiyle çıkartıyor bizi yola. Yüzyıllardır variyet gösteren eserlerine rağmen tam olarak hangi dönemde, nerede yaşadığı, kimlerden olduğu bilinmeyen nakkaş Mehmed Siyah Kalem’e dair bir tez yazmaya çalışan Elif, karanlığa saplandığı bir noktada, ani bir kararla çalışmalarını sürdürdüğü Cambridge’ten İstanbul’a dönüyor.
Burada Siyah Kalem’in eserlerine doğrudan temas ederek çalışma şansı bulan Elif, kendisine yardımcı olan bir başka akademisyen olan Lam ile yolunu yavaş yavaş aydınlatmayı başarıyor. Elif, Mehmed Siyah Kalem’in silik izlerini takip eder, kendi zihnindeki düğümleri çözerken biz de okurlar olarak paralel bir kurguyla, Mehmed Siyah Kalem’i yaşadığı dönemde izleme şansı buluyoruz. Zaten “Kitab-ı Siyah Kalem”in esbabı mucibesi de burada belli ediyor kendini.
Pamuk, Elif’in bu tez yazma yolculuğu üzerinden tarihi öğeleri bir araya getiriyor ve Mehmed Siyah Kalem’i, tarihin bir başka tuhaf karakteri Fazlullah Esterabadi ile buluşturuyor. Sırtını tarihe, sanata ve tasavvufa dayayan “Kitab-ı Siyah Kalem” aşktan da nasibini alıyor ve anlattığı iki dönemde de karşımıza, aşktan, hayattan, türlü zorluktan nasibini alan iki güçlü kadın karakter çıkartıyor: Esma ve Elif. Her şeyin sonunda, kitabın arka kapağında da söylendiği gibi, okura “bu, hakikaten bir ilk roman mı?” sorusu emanet kalıyor.
Gülfem Pamuk’la akademiden yazarlığa uzanan yolculuğu, ödülü ve Mehmed Siyah Kalem’in esrarı hakkında gerçekleştirdiğimiz söyleşimize buyurun.
Öncelikle, siz aslında bir hukukçusunuz. Bu kimliğinizle beraber, edebiyatla nasıl bir ilişkiniz var?
Evet, ben aynı zamanda Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı’nda öğretim görevlisiyim. Her zaman edebiyat ile hukuk arasında karşılıklı bir etkileşim olduğunu düşünmüşümdür. Hukuk pratiği içinde yer almak, edebiyat için çok fazla malzeme sağlıyor. Ancak diğer taraftan, edebiyat pratiği içinde olmak da hukukçuya birçok şey kazandırıyor. Hukukun kati sınırlarla çizilmiş normlarının dışına çıkarak, sezgilerini kullanmayı öğretiyor. Yani birisi bilgiyse, diğeri sezgi. Birisi beyinse, diğeri kalp. Bu ikisini birbirinden bağımsız düşünemiyorum.
Ben uzun zamandır yazıyorum aslında. Sadece ilk defa yazdıklarım gün yüzüne çıktı. Akademik hayat öncelikle alan dışı yazma isteğimi perçinledi, yazmak bir ihtiyaç olarak kendini daha fazla hissettirmeye başladı. Diğer taraftan, bu mesleğin zamanla okuma alışkanlığımı da farklılaştırdığını ve beni daha disiplinli bir okura dönüştürdüğünü söyleyebilirim.
İLK ADIMI ATMANIN SANCISI
Yazarlar için ilk adımı atmak çoğu kez bu yolculuğun en sancılı anıdır. Sizin için ilk roman ödülüne başvurmak nasıl bir deneyimdi?
İlk roman, bir anlamda yazarın iç dünyasını, iç sesini ilk defa ifşa etmesi, alenileştirmesi gibi. Öyle ki, satır aralarında yazarın birikim ve çağrışımlarla beslenen otobiyografisinin izini kolaylıkla sürebilir meraklı bir okuyucu. Evet, bu nedenle, özellikle yazdıklarını şimdiye kadar hep kendisine saklamış birisi için, ilk adımı atmanın sancılı olduğu görüşüne katılıyorum.
Yarışmadan tesadüfen haberdar oldum ve yaklaşık bir senedir köşeye atılmış bekleyen dosyayı tuhaf bir sorumluluk duygusu ile yayınevine gönderdim. Galiba yazarın ortaya koyduğu esere karşı da bir sorumluluğu var. Onu gözlerden uzak, tozlu bir köşeye terk etmesi haksızlık olur.
Peki, bu ödülü kazanmak size neler hissettirdi?
Sevindim elbette. İnsanın sesine yankı bulması, verdiği emeğin takdir edilmesi mutluluk verici. Ayrıca belirtmem gerekir ki, bu kadar değerli yazarların olduğu bir jüriden ödül almış olmak da benim için büyük bir onur kaynağı.
GERÇEĞİN SINIRLARINI KENDİMCE ÇİZDİĞİM BİR KURGU
Romanınızda öne çıkan birçok karakter olsa da bu kitabın mayasını Mehmed Siyah Kalem oluşturuyor. Sizin Siyah Kalem'e ilginiz nereden ileri geliyor?
Mehmed Siyah Kalem’in minyatürlerinde büyük bir hayal gücü ile resmedilen esrarlı bir dünya var. Onun bu masalsı dünyasına girdiğinizde, figürlerdeki ince anlamların peşine düşüyor ve bu nakkaşı daha yakından tanımak istiyorsunuz. Ama ne yazık ki bunu başarabilmek neredeyse imkansız. Çünkü, hem Mehmed Siyah Kalem’in yaşadığı çağ ve coğrafya tam olarak belli değil, hem de resim ruloları kesilerek karışık şekilde albümlerin içine yerleştirildiğinden halk hikâyeleri de, tarihin bilinmezleri arasına gömülmüş...
Bu romanı yazarken, “bir sanatkâr en çok ne ister?” sorusu bir gölge misali beni takip etti. Kimliği tarih içinde silinip gitmiş, sanatı da hak ettiği yeri bulamamış bu nakkaşı merkeze alarak derinlikle işlemek istediysem bu soruya yanıt bulmak içindir. Bu roman, ona çağlar ötesinden verdiğim içten bir selam, kendi iç dünyamda ise bir hakkın sahibine teslimi olabilir.
"Kitab-ı Siyah Kalem" hem sanat tarihine hem de tasavvufa dair derin bilgilerle dolu. Bu kitap için nasıl bir çalışma sürdürdünüz?
Bu romanı yazarken hem Siyah Kalem’in hayatı ve sanatı ile, hem de Fazlullah Esterabadi ve Hurufilik akımı ile ilgili birçok okuma yaptım. Ancak belirtmem gerekir ki, bu bir tarih ya da araştırma romanı değil. Ben de sanat tarihi ya da tasavvuf alanında iddialı, söz söyleyecek bir uzman değilim. Bu roman, başlangıç noktasını tarihi ve bilimsel verilerin oluşturduğu bir kurgu.
Siyah Kalem’in karakteri, yaşadığı dönem ve coğrafya, yolunun Hurufi şeyhi Fazlullah ve harfler ilmi ile kesişmesi, Fazlullah’ın yumuşak ve insancıl mizacı… Bunların hepsi, hakikat olarak dayatılmayan ve gerçeğin sınırlarını kendimce çizdiğim bir kurgu.
Kurgum, bazı noktalarda gerçeğe dokunmuş olabilir ancak bazı noktalarda bilinçli olarak gerçeğin çok ötesinde/gerisinde kaldı. Ursula K. Le Guin’in de dediği gibi; “kurmaca bir roman okurken, bunun kurmaca olduğunu gayet iyi bilmeli, ama okuma esnasında her kelimesine inanmalısınız”. Ben de okurdan tam olarak bunu istiyorum. Çünkü, ancak bu şekilde bir kabul ve okuma kendi iç dünyamda beni sorumlu olmaktan kurtarır ve özgür kılar.
Mehmed Siyah Kalem ve Fazlullah Esterabadi ile karmaşık bir yap-boz yaratıp, sonrasında parçaları başarılı bir şekilde yerine oturtuyorsunuz. Sizi bu iki tarihi karakter arasında böylesi bir ilişki kurmaya iten öğeler nelerdi?
Bazı sanat tarihçileri, Siyah Kalem’in minyatürlerinde 14. ve 15. yüzyıllarda Orta Asya ve Arap Ortadoğusu’nda varlık göstermiş bir batıni tarikatına ait izler olduğu kanaatindeler. Romanda geçen, Kalenderîlik ve Hurufilik bağlantısının kökeni de aslında bu veriye dayanıyor. Hurufiliği, yani harflerin ontolojik olarak varlıktan önce geldiğini ve bu nedenle varlığın temelini oluşturduğunu söyleyen bu mistik anlayışı romanda işlememin nedeni ise kelam ile varlığın başlangıcı arasında ilişki kurarken kullandıkları semboller ve şifrelerle bizi götürdükleri o şiirsel iklim.
Bu risaleler ve şiirlerdeki ince mana ile Siyah Kalem’in sanatının şiirselliği arasında kurduğum bağlantı bu nedenle tesadüf değildi. Bir hissin kalemimdeki iz düşümü diyebiliriz belki.
Tüm bunlarla beraber akademi dünyasının da üretme sürecinde ne gibi buhranlarla boğuştuğuna başarılı bir şekilde ışık tuttuğunuzu düşünüyorum. Burada biraz da kendi yüklerinizi hafiflettiğinizi söyleyebilir miyiz?
Yazmanın ve edebiyatın yüklerimi hafiflettiğini söyleyebilirim, evet. Hukukta şaşmaz sandığınız doğrular şaştığında, senelerce dirsek çürütüp öğrendiğiniz ve öğretmeye gayret ettiğiniz hak, adalet, insan hakları kavramları ile pratik ve uygulama birbirini tutmadığında ya da o hukuk normunun kendisi başlı başına bir adaletsizlik kaynağı olmaya başladığında, edebiyat benim için bir kaçış ve soluklanma alanı.