Gerçekten ölen kadınlar
"Ben bu adamlar gibi değilim" deme ihtiyacı bile düpedüz ‘adamlık’tan ileri geliyor. Şöyle bir yorum okudum mesela: “Ben eşime asla karışmam. Canı nasıl giyinmek istiyorsa öyle giyinir”. Böyle şeyler söylerken iyi bir şey yaptığımızı sanıyoruz ama aslında olan şecaat arz ederken sirkatin söylemek.
Ulaş Altuner*
Keşke o videoyu görmeseydim. Önceden içeriğini özetleyen bir şey okumuş olsam izlemezdim de zaten. Üzerinden bir hafta geçti, hâlâ gözümün önünden gitmiyor. Uzun zaman unutabileceğimi sanmıyorum. Bir insanın kameraya bakarak "Ölmek istemiyorum" deyişini, bir çocuğun annesine ölmemesi için yalvarışını nasıl unutacağız? Bu gördüklerimizin gerçekliğiyle nasıl baş edeceğiz? Bütün bilgilerden, yaşama giydirdiğimiz bütün anlamlardan arınmış öyle saf bir an ki oraya çakılıp kalıyoruz. Ekrandan içeri dalmak, o ana, o gerçekliğe erişip bir şeyler yapmak istiyoruz. Artık ne olursa…
İnsan böyle çırılçıplak şiddeti filmde bile görse uykusu kaçıyor. Halbuki bu film sahnesi falan değil. Emine Bulut’un hayatta kalma isteği de kızının sesindeki çaresizlik ve korku da bunun orada bulunan biri tarafından bizim ekranın içine dalarak erişmek istediğimiz o anda kaydediliyor oluşu da buz gibi gerçek. Bunu idrak ettiğin ilk anda kaçıp uzaklaşmak istiyorsun. Zamanda birkaç saniye geriye gideyim, bunu görmemiş olayım, hafızamdan silinsin gitsin diyorsun.
Böyle kanlı canlı izlemeyip bir üçüncü sayfa haberinde okusak bu kadar elimiz ayağımız titremeyecek. 'Tüh'le, 'vah'la, küfürle kıyametle; bu konuyla ilgili paylaşımların altına kızgın suratlı emoji bırakmakla üzerine düşeni yaptığını düşünüyor, yürüyüp gidiyorsun kıyısından. Göz görmeyince gönül bir şekilde katlanıyor çünkü.
Bu vakalar arasında ancak bir şekilde medyanın gündemine girmeyi başaran, sosyal medyada konuşulan birkaç olay üzerinde kitlesel tepkiler görebiliyoruz. Bunun dışındaki yüzlerce kadın cinayetini bu konuya odaklı STK’lar dışında takip eden, gündemde tutmaya çalışan olmuyor. Sadece son 10 yılda, (bilindiği kadarıyla) 2000’den fazla kadın buna benzer bir durumda, kayıtta olan bir kamera bulunmaksızın kurban rolündeydi. Emine Bulut’un o bakışı gözümün önüne geldikçe kendime soruyorum ‘acaba o kadınların son sözleri, son bakışları nasıldı’ diye. Orada değildik. İzlemedik, işitmedik. Onların annesiz kalan evlatlarına ne oldu? Binlerce kişi kucaklayıp sahip çıkmadıysa şimdi nerede ve ne durumdalar? Akrabalarının mı yoksa bu gibi konularda çok derin bir hassasiyeti bulunan yüce devletimizin mi insafına emanetler? Bu kadınların kocaları, eski kocaları, sevgilileri, babaları, kardeşleri, belalıları, artık sıfatları her neyse katilleri, ne ceza aldılar? İyi hallerinden mütevellit ne kadar zaman sonra aramızda gezinmeye devam edecekler?
Kadına şiddet, kadın cinayetleri gibi konularda ahkâm kesen, akıl veren erkeklerden olmak niyetinde değilim. Tribüne oynuyor falan da değilim. Samimiyetle, kadınların sorunlarını kadınların konuşması gerektiğini düşünüyorum. Erkekler ille de dâhil olacaksa çözümüne katkı sunarak olmalı. Cav cav konuşup kafa şişirmememiz gerekiyor yani.
Çünkü niyetimiz iyi olsa bile bu konularda falsosuz konuşmayı beceremiyoruz. Dilimizin kemiği bulunmuyor bir kere. Üstelik ağzımızdan çıkanı kulağımız nadiren işitiyor. Sürçü lisandır diyoruz, üzerinde durulmaya değmez diyoruz. Oysa sözler, o sözlerin hayat verdiği anlamlar öyle yoktan var olan şeyler değil. O ağzımızdan dökülenler, bir şekilde zihnimizin kuytu bir köşesinde karşılığı olan şeyler.
Cinsiyetten tümüyle bağımsız, hiç öyle biri olmadığımızı düşünürken ağzımızdan çıkan basit bir cümle ile birden bire homofobik, kadın düşmanı, ırkçı olabiliyoruz. Erkekler adına konuşuyorum, bize başlangıç ayarlarımızda yüklenen o zehri tümüyle kusmamız muhtemelen bir ömür boyunca mümkün olmuyor. Ne kadar farkında ve dikkatli olduğumuzu, özenli konuştuğumuzu düşünürsek düşünelim, günlük konuşmalarımızda kadınlar (çoğunlukla haklı olarak) bazı kelimelerimizin, ifadelerimizin üstünü kırmızı kalemle çiziyorlar.
Öyle katı ezberlerle bezenmişiz ki kazımakla çıkmıyor. Bunu sadece toplumun, ailenin ve çevrenin etkisine değil, büyüdüğümüz dönemin mizahından izlediğimiz filmlere, dinlediğimiz şarkılara, okuduğumuz romanlara kadar sirayet eden, her alanda ‘erliğimizi’ ve ‘güçlülüğümüzü’ koruma baskısını dürten dile de borçluyuz. Her konuda konuşma hakkını ve yetkisini de oradan aldığımızı düşünüyorum.
"Ben bu adamlar gibi değilim" deme ihtiyacı bile düpedüz ‘adamlık’tan ileri geliyor. Şöyle bir yorum okudum mesela: “Ben eşime asla karışmam. Canı nasıl giyinmek istiyorsa öyle giyinir”. Böyle şeyler söylerken iyi bir şey yaptığımızı sanıyoruz ama aslında olan şecaat arz ederken sirkatin söylemek. Farkındalık dediğimiz şeyin de katmanları var. Pek çok durumda bunu bir lütuf olarak bahşettiğimizin farkında olamıyoruz mesela. Yani diyor ki, “İstesem karışırım ama karışmıyorum. Çünkü karışmamayı tercih ediyorum. Bu coğrafya, buradaki kültür bana bu hakkı veriyor ama ben kullanmıyorum”.
Bu tür olaylar bir şekilde toplum nezdinde yankı bulabilmiş ve tartışılabilir hale gelmişse her şey hemen hemen aynı sırada gerçekleşiyor. Önce ‘kadınlarınız size emanettir’ tayfası zuhur ediyor. ‘Kadınlar sizin malınızdır’ demek onlara bile ayıp geldiğinden böyle söylemiyor olabilirler. Bu tayfa çeşitli kanallarda, ‘dinimizin’ kadınlara iyi davranmayı emrettiğinden dem vurur, bu konuda ayetler, hadisler sunarlar. Gerçi aynı dinin tümüyle erkeklere hitap eden kutsal kitabında, erkeklere eşlerini nasıl dövmeleri gerektiği detaylı bir şekilde aktarılmaktadır. Bunu dile getirdiğimizde o bölümü yanlış yorumladığımız, orada anlatılmak istenenin aslında o olmadığı söylenecektir. Çünkü ‘dinimiz’ kolaylık dinidir. Biz geri zekalı olduğumuz için anlayamamaktayızdır.
Onlar daha bitmeden etkileşim bağımlısı sosyal medya çöpleri birer ikişer dökülmeye başlıyor. Milyonlarca insanın kanını donduran, uykularını kaçıran cinayet görüntüsü üzerinden erkeğe mağduriyet atfeden, bu manzaradan bir ‘zavallı mağdur baba’ çıkarabilen vicdandan, akıldan ve izandan muaf tutulmuş adamlar ve (maalesef) kadınlar çıkıyor sahneye. İsimlerini zikretmeye lüzum yok. Çünkü her olayda isimleri, yüzleri değişiyor ama bir şekilde ortaya çıkıyorlar.
Bu zevat ‘namusunu temizlemiş aferin’ seviyesindeki primitif yaşam formlarının altına üşüştüğü en hafif tabirle ahmakça yorumlarıyla, bütün bir kadına şiddet meselesini nafakaya indirgeyip insanları küplere bindirdikten sonra tam da hedefledikleri gibi ekmeklerini bol bol yemeye devam etmektedir. Ortak özellikleri başlarına hiçbir şey gelmemesi ve ne yaparlarsa yapsınlar asla rezil olmamalarıdır.
O da bitmeden ‘her konuda bir fikir serdetmezse’ ölür hastalığından malul ünlülerimiz arz-ı endam ediyor. Erkek olanları direkt pas geçiyorum. Bunların kadın versiyonları neredeyse olayın kendisi kadar dehşet verici beyanat veriyorlar. Mesela bir tanesi #EmineBulut etiketiyle paylaştığı mesajında şöyle diyor:
“Kadını koruyacaksın, seveceksin, onun sana olan güvenini sarsmayacaksın. Ellerini tokat atmak yerine tarak yapıp saçlarını okşayacaksın. Alnından öpeceksin”.
Bu mudur? Yani Emine Bulut cinayetinden çıkardığın ve çoğu genç kadın ve erkeklerden oluşan 3,5 milyon milyon takipçine vermek istediğin mesaj bu mu? Gerçekten dahiyane. Uzun uzun düşünüldüğü her halinden anlaşılıyor.
Bitti mi, bitmedi. Bu konuyla alakasızmış gibi paketleyip doğrudan bu gündemin ekmeğini yemek için şort boyu üzerinden insanların kanını beynine sıçratan ünlü tayfamız var. Türkiye’de yaşayan ve kendi ifadesiyle ‘cesur giyinen’ bir kadının giyinmeye bir ayıp sınırı koyması bana göre ironik bile değil. Yerine göre giyinmek diye bir şey var mı bilmiyorum ama özellikle yaşadığımız memlekette yerine, zamanına göre konuşmak diye bir şey var.
Yani Los Angeles’ta yaşayan bir ünlüysen, “bu şort AVM’de giyilir mi giyilmez mi anketi” üzerinden bizdeki “menemen soğanlı mı olur soğansız mı” benzeri bir tartışma başlatabilirsin. Kimse de o kadar üzerinde durmaz. Ama her yıl yüzlerle ifade edilen kadın cinayetinin işlendiği, kadınların şort giydiği için tekme yediği, kadınların nasıl giyinmesi ve nasıl davranması gerektiğine dair fetva üstüne fetva verilen bir coğrafyada şort kısalığı eleştirilmez, ayıplanmaz. Zira öncelikli sorunumuz adabı muaşeret değildir. Ayrıca kim, nerede, nasıl istiyorsa öyle giyinmelidir. "AVM’de böyle giyinmek ayıp" demenin ‘Bu giyim tarzı dinimize, kültürümüze, ailemize uygun değildir’ argümanıyla şorta karşı çıkmaktan zırnık kadar farkı yoktur.
Bu ünlümüz, kendi koyduğu ayıp sınırını üç gün üç gece canhıraş savunduktan ve tabii ki "linç ediliyorum" diye diye ekmeğini yedikten sonra tam olarak özür sayılmayacak bir ‘hata yaptım’ mesajı paylaştı. Üzücü olan, onu bu mesajı paylaşmaya yöneltenin binlerce insandan aldığı tepkinin değil Ahmet Hakan’ın uyarısının olması.
Gel gelelim, tepkiye destek olma şiarıyla meseleye dahil olan ve her şeyi bilen erkeklerimiz de bu gündemi asla boş geçmiyorlar. Bu hangi ara ve hangi donanımla kanaat önderine dönüştüğünü bilmediğimiz Fenomenabi’ler, 50-60 tweet’lik flood’larda kadına şiddeti nedensellik bağlamında irdeliyor ve çözüm önerilerini falan aktarıyorlar. Gayet iyi niyetle sundukları bu akış içinde kaş yapıyorum derken en az 30-40 göz çıkarıyorlar.
Bütün bunlara şöyle bir bakınca bir şey gözümüze çarpıyor. Çok fazla konuşuluyor. Gündeme gelen her olayda öyle çok insan öyle çok şey söylüyor ki herhalde bu konuda artık somut bir şeyler yapılır demek zorunda kalıyorsunuz. Ortada çok bariz ve giderek büyüyen bir sorun var ama çözüm sunma iradesine sahip olanlar konuşmak dışında hiçbir şey yapmıyorlar. Bu bir şey yapmama halinin altındaki kastı da görmekte zorlanmıyoruz.
Ülkede görmezden gelinen tek sorun bu değil ama hiç tartışmasız görmezden gelinen sorunları karşısında en büyük yalnızlığı kadınlar yaşıyor. İstisnasız her kadının bir taciz, şiddet ya da mobbing anısı var. Yıllarca kimseye anlatmadıkları ama unut(a)madıkları bu hikâyeler bazen bir içki sofrasında pıt diye düşüveriyor ağızlarından. Bazen de hiç haberimiz olmuyor.
Emine Bulut’un katledilişini bu kadar net ve süzülmemiş halde izlemiş olmak bende bahsettiğim farkındalık katmanlarına yeni bir tane eklenmesine neden oldu. Pek çok insanda da böyle bir etki yapmış olabilir. En azından kendi adıma şunu söyleyebilirim. Bundan sonra bir kadın cinayeti haberine denk gelirsem, bunu kurmaca bir metin gibi okuyup geçemeyeceğimi, o haberin öznesi olan kadının yardım bekleyen gözlerle ‘ölmek istemiyorum’ dediğini duyacağımı ve o kadınların ‘gerçekten’ öldüğünü bileceğimi varsayıyorum.
*İletişim Uzmanı