Bilindiği gibi Hollywood sineması, iddialı projelerinde belli koşullara uymak zorunda kalır. Bu, ister günümüzde, ister gelecekte isterse de geçmişte geçen bir film olsun, konusu itibariyle etkileyici aksiyon sekansları taşımak zorundadır. Filmin dümeninde kendini bu alanda kanıtlamış bir yönetmen bulunmalıdır. Ve tabii ki başrollerde belli bir seyirci kitlesi olan, ünlü hatta ‘yıldız’ mertebesine ulaşmış oyuncular gerekmektedir.
Bazı durumlarda, bir proje bütün bu koşullara uysa da, sonuç hem ticari hem de sinematografik açıdan beklenildiği gibi olmaz. Filmin geçtiği dönem, seyirciyi cezbetmez, aksiyon sekansları zayıf bir senaryoyu örtmeye yetmez ve oyuncular yeteneklerini sergileyecek alanı bulamazlar. Bu sonuç, filmin hem yönetmeni hem de oyuncuları için ciddi bir darbe olur ama kuşkusuz en sert travmayı filme ciddi bir yatırım yapmış olan yapımcılar ve dolayısıyla yapım şirketi geçirir.
Verdiğimiz oyuncu listesi ise böyle bir projede yer alması beklenirken son anda vazgeçen, hatta bazen çekime haftalar kala filmden çekilen ve ortaya çıkan sonuç sonrasında muhtemelen ‘ucuz atlattıklarına’ sevinen, en azından bir anlamda ‘rahatlayan’ isimlerden oluşuyor. Kuşkusuz basına yansımayan başka örnekler de vardır ancak yine de bilinen ‘başarısız’ filmlere ve ‘reddeden’ oyunculara bakmak ilginç olabilir.
Bahsedeceğimiz filmler genelde 1990’lı yılların başından 2000’li yıllara giden bir zaman diliminde bulunuyor. Bu filmlerin çoğunun 1995 yılında çekilmesi ‘lanetli yıl’ deyimini hatırlatabilir. Ancak bizce bu, tamamen rastlantısal bir durum gibi gözüküyor.
BOXİNG HELENA (KİM BASİNGER) - 1993
Ünlü yönetmen David Lynch’in kızı olan Jennifer Chambers Lynch ilk uzun metrajında bizce aynı babasının kariyerinde örneklerini sunduğu gibi ayrıksı, şaşırtıcı ve esrarengiz bir film yaratmak istiyordu."Boxing Helena", Helena adındaki güzel ve tahrik edici bir genç kadına saplantılı derecede aşık olan bir cerrahın, bu kadını ‘elde tutmak’ için her yolu denemesini anlatıyordu. Helena’nın geçirdiği bir kazadan sonra önce onun bacaklarını sonra da kollarını kesen (!) cerrah, aşkından hiçbir şekilde vazgeçmeyip, onu adeta bir ‘sanat eseri’ gibi evinde tutuyordu. Başlangıçta bu ‘sapkın’ filmin başrollerinde, cerrah Nick karakterini Julian Sands, Helena karakterini ise Kim Basinger canlandıracaktı. Başta teklifi kabul eden ancak sonrasında oynayacağı rolü beğenmeyen Kim Basinger projeden çekildi ve yerine Sherilyn Fenn alındı. Sonuç ise oldukça başarısızdı. Lirik bir anlatım taşımak isteyen film daha çok ‘grotesk’ bir tat verdi, ne hikaye ne de oyuncular ikna edici bulundu ve bu ‘hastalıklı’ aşk hikayesi hiçbir sağlam tarafa bağlanmayan ‘boş’ bir film oldu. Kim Basinger ise sadece ‘kolları ve bacakları kurtarmakla’ (!) kalmadı aynı zamanda kariyerinde yanlış bir adım atmaktan da uzak durmuş oldu. Filmin yönetmeni Jennifer Lynch için de sonuç hüsran oldu ve yönetmenin bir sonraki filmini çekmesi epey bir zaman (2008’de) aldı.
JOHNNY MNEMONİC (VAL KİLMER) - 1995
Oyuncu Keanu Reeves, "Speed" filmiyle artık tam bir ‘star’ statüsüne erişmişken, yönetmen Robert Longo’nun bu bilim kurgu filminde rol alarak, bu türde şansını denemek istedi. ‘Sanal’ gerçekçilik ve hafıza gibi konuları işlemek isteyen bu film, ne yazık ki ‘video klip’ tarzı formatı, kısır senaryosu ve karton karakterleriyle oldukça vasat bir yapım oldu. Sonuç, elbette hem ilk kez, bu tarz bir filmde rol alan Keanu Reeves hem de ilk defa (ve şimdilik son defa!) bir uzun metraj film çeken ‘klip’ yönetmeni Robert Longo için bir ‘hayal kırıklıydı!. Tabii ki Reeves sonrasında ‘Matrix’ üçlemesiyle bu ‘dibe vurmaktan’ zirveye çıktı ama daha önce onun yerine düşünülen Val Kilmer, ‘az daha kendini burada bulacaktım!’ demiştir herhalde!
UNDER SİEGE 2: DARK TERRİTORY (JEFF GOLDBLUM) - 1995
Özellikle 90’lı yılların başından 2000’li yıllara kadar kariyerinde zirve yaşamış oyuncu Steven Seagal, kuşkusuz o yıllarda ‘aksiyon’ filmlerinin aranan yıldızlarından biriydi. Oldukça kısıtlı oyunculuk kapasitesine rağmen Uzak Doğu dövüş sanatlarındaki başarısı ve becerisi neredeyse filmlerindeki her şeyi ikinci plana atıyor, Seagal’a kendi ‘şovunu’ sunması için gerekli alanı sunuyordu. Rol aldığı yapımlar genelde yıldız oyuncuya göre ‘dizayn’ edilmiş olduğu halde, Seagal, başarı kazandığı birkaç aksiyon filminden sonra 1993 yılında bir gemide isyanı anlatan "Under Siege" filmiyle (kendi çapında!) çıtayı yükseltti ve film, gişede tatmin edici bir skor yakaladı. Ancak herhalde hem Siegel hem de yapımcılar, filmlerine daha da heyecan katabilmek için, yıldız oyuncuya layığıyla ‘kafa tutabilecek’, baş düşmanı canlandırabilecek ünlü oyuncular aramaya başladılar. Bu görevi "Under Siege" filminde deneyimli oyuncu Tommy Lee Jones üstlendi. 1994 yılında çektiği (bizce en kötü filmlerinden) "On deadly Ground"da ise usta oyuncu Michael Caine, Seagal’ın baş düşmanıydı. Bu filmin gişe başarısızlığından sonra yine ilk filmin başarısını kazanmak isteyen oyuncu bir devam filmi çekmek istedi. "Under Siege 2", bu sefer terörist bir grubun ele geçirdiği bir trende geçiyordu ve yapımcılar ‘sağlam’ bir kötü adam bulmak için Jeff Goldblum ile temasa geçtiler. Oyuncu rolü reddetti ve sonuçta rol çok daha az ünlü bir oyuncuya gitti. Goldblum’un kariyerine baktığımızda, herhalde çok pişmanlık duymamış olduğunu söyleyebiliriz.
CUTTHROAT İSLAND (MİCHAEL DOUGLAS) - 1995
Aslında bu korsanların anlatıldığı macera filmi, ilk bakışta vaatkar bir proje gibi duruyordu. Film (özellikle bir dönem filmi olduğu için) yüksek bir bütçeye sahipti. Yönetmenlik koltuğunda o zamana kadar hem ticari hem de görsel açıdan başarılı "Die Hard 2" veya "Cliffhanger" gibi filmler çıkarmış Renny Harlin vardı. Başrollerde ise o dönem yönetmenle evli olan ünlü oyuncu Geena Davis ve Matthew Modine bulunuyordu. Daha önce erkek başrol için filmi sırtlayabilecek bir yıldız olan Michael Douglas düşünülmüştü ama oyuncu çekime kısa bir süre kala filmden çekildi ve rol onun kadar ünlü olmayan ama yine de kariyerli bir oyuncu olan Modine’e gitti. Film, sinematografik açıdan hiç fena olmasa da, ticari olarak ne yazık ki tam bir fiyaskoydu hatta filmin yapım şirketi adeta battı! Bu fiyasko tabii ki o zamana kadar ciddi kâr getirmiş filmler çıkaran (yapımcılardan biri) yönetmen Renny Harlin ve oyuncular için sert bir darbe oldu. Film bir anlamda sinema tarihinin ‘en zarar eden’ yapımlarından biri olarak kaldı. Michael Douglas gişe sonuçlarından sonra herhalde rahat bir nefes almıştır!
BATMAN FOREVER (ROBİN WİLLİAMS) - 1995
Yönetmen Tim Burton efsanevi DC Comics kahramanı Batman’i, iki filmle layığıyla beyazperdeye taşımıştı. Ancak yapımcılar bu kahramanın daha da fazla para getireceğini düşünerek devam filmleri çekmeye karar verdiler. Burton’un ardından bu sefer yönetmenlik koltuğunda Joel Schumacher vardı ve Batman dahil neredeyse bütün oyuncular değişmişti. Ancak Schumacher, Burton’un bırakmış olduğu karanlık, karamsar ve zalim dünyayı olabildiğince renklendirmiş, eğlenceli hale sokmuş adeta ilk iki filmin mirasını ‘light’ ve çocuksu bir hale sokmuştu. Bu ‘sirki’ andıran filmde Batman’in iki azılı düşmanından biri olan ‘Riddler’ karakteri için yapımcılar usta oyuncu Robin Williams’a teklif götürdüler. Oyuncunun yeteneği ve komik olma becerisi göz önüne alındığında Williams ideal bir tercih gibi görünüyordu. Aslında oyuncu rolü hemen geri çevirmedi ama tereddüt etti. Yapımcılar biraz oyalandıktan sonra ‘Riddler’ rolünü o zamanlar kariyeri yükselişte olan Jim Carrey’e verdiler. Belki film ticari olarak çok başarılı oldu ama Williams’ın komik görüntüsünün altında ince bir hüzün barındıran oyununu bu filmde harcamaması herkes açısından daha iyi oldu.
SPEED 2 (KEANU REEVES)- 1997
1994 yılında çekilen "Speed" filmi, zengin bir görüntü yönetmenliği kariyerine sahip olan Jan de Bont’un yönetmen olduğu ilk filmdi ve film, başrollerdeki zaten ünlü olan Keanu Reeves’e ciddi bir ivme kazandırmış, Sandra Bullock’u ise dünyaya tanıtmıştı. Film hem seyircilere bir ‘heyecan fırtınası’ yaşatıyor hem de gişede büyük bir başarı kazanıyordu. Bu ticari başarıyı unutamayan yapımcılar üç sene sonra bir devam filmi çekmek istediler. Yönetmen Jan de Bont tekrar göreve çağrıldı, ilk filmde ‘kötü adamı’ oynayan Dennis Hopper’ın yerine bir başka kötü adam ‘uzmanı’ Willem Dafoe çağrıldı ve Sandra Bullock bir kez daha aynı rolü oynamayı kabul etti. Belki de tek eksik bu sefer devam teklifini reddeden Keanu Reeves idi. Filmin erkek kahramanı için şarkıcı Jon Bon Jovie(!) dahil birçok oyuncunun ismi geçti ve sonunda rol o zamanlar göz önünde olan Jason Patric’e verildi. Ne yazık ki ilk filmdeki otobüste geçen heyecan furyasını bu sefer bir gemiye taşıyan film hem ‘aksiyon’, hem de gişe açısından hedefini tamamen ıskaladı ve belki de en başarısız devam yapımlarından biri haline geldi. Keanu Reeves bu projede ‘yanık kokusunu’ en erken alan kişi olarak övünse, haksız olmaz sanırız.
BATMAN AND ROBİN (DEMİ MOORE VE JULİA ROBERTS) - 1997
Bizce senaryo ve atmosfer açısından çok vasat olsa da, gişe olarak büyük başarı kazanan "Batman Forever"ın devamını çekme fikri herkesi heyecanlandırmıştı. Yönetmenlik koltuğuna bir kez daha geçen Joel Schumacher, yarattığı ‘suni’ dünyayı daha da abartmakta kararlıydı ve oyuncu kadrosunu zengin tutmak herkesin gözünde bir devam filmini kazançlı kılıyordu. Bu sefer Batman rolünde George Clooney boy gösteriyor, kötü karakter ‘Buz adamı’ ünlü yıldız Arnold Schwarzenegger canlandırıyordu. Batman’in sadık yardımcısı Robin rolü tekrar Chris O’Donnell’e emanet edilmiş, genç oyuncu Alicia Silverstone da güzel kız ‘kontenjanından’ kadroya katılmıştı. Tek eksik, ‘Buz adamın’ ortağı ‘Poison İvy’i canlandıracak güzel ve ünlü bir aktristti. Yapımcılar birçok ismi düşündüler ve özellikle Demi Moore ve Julia Roberts’ın isimleri geçti ancak rolü Uma Thurman kaptı. İyice ‘şirazesi kaymış’ bu Batman filminde Uma Thurman çabalayarak kendini kurtarsa da, filmin bir ‘grotestlik’ anıtına dönüşmesini engelleyemiyordu. Başta da dediğimiz gibi: Julia Roberts ve Demi Moore ucuz atlattı!
THE AVENGERS (NİCOLE KİDMAN) - 1998
"The Avengers", aslında Sydney Newman tarafından kaleme alınmış ve (ilk defa) 1965 yılında, tam 26 bölüm sürmüş, artık ‘kült’ mertebesine ulaşmış bir İngiliz dizisiydi. Biri erkek, biri ise kadın iki özel ajanın düşmanlarına karşı mücadelesini anlatan bu diziyi tekrar canlandırmak ve muhtemelen genç jenerasyona da tanıtmak için yapımcılar, etkileyici bir oyuncu kadrosuyla dizinin beyazperde versiyonunda şansını denedi. Başrolleri, özellikle "English Patient" filmiyle ününün doruğundaki Ralph Fiennes, "Batman and Robin" faciasının izlerini "Gattaca" filmiyle silmiş olan Uma Thurman ve ‘İskoçyalı’ kötü adam Sir August de Wynter’ı oynayan ‘Sir’ Sean Connery paylaşıyordu. Başlangıçta özel ajan Dr. Emma Pell için Nicole Kidman düşünülmüştü. Hatta o dönem "Diabolique"in ‘remake’ versiyonunu yeni tamamlamış olan yönetmen Jeremiah Chechik, "The Avengers" filminin oyuncuları sorulduğunda, ‘ Henüz sözleşmeler imzalanmadı ama Ralph Fiennes ve Nicole Kidman olacak. Neredeyse kesin!’ diye bir açıklama yaptı. Ne yazık ki film, giderek dallanıp budaklanan garip senaryosuyla, eski film tarzına ‘taze’ bir hava katmak için kullanılan ama aksine filme daha da ‘ucuz’ hava katan özel efektleriyle ve bu ‘kaotik ortamda’ yollarını bulmaya çalışan oyuncularıyla son derece başarısız oldu. Fiennes ve Thurman kariyerlerinin en büyük hatalarından birini yapıyor, belki sadece ‘kendini zaten herkese kanıtlamış’ Connery en az zararla çıkıyordu. Nicole Kidman sonrasında ‘İyi ki imzalamamışım!’ demiştir muhtemelen…
HANNİBAL (JODİE FOSTER) - 2001
1991 yılında çekilmiş "The Silence of the Lambs/Kuzuların Sessizliği" sadece dünya çapında büyük bir ticari ve sanatsal başarı (o seneki neredeyse en büyük Oscar ödülleri) kazanmakla kalmadı aynı zamanda sinemaya, ‘antolojilere’ geçecek en korkutucu seri katillerinden biri olan ‘Hannibal Lecter’ karakterini armağan etti. Bu rolle adeta ‘patlama’ yapmış olan usta oyuncu Anthony Hopkins’e 10 sene sonra tekrar aynı karakteri canlandırmak için teklif geldi. Film aslında çok başarılı olmak için her şeye sahipti: Kendisini dünyaya tanıtan rolü tekrar canlandırmayı Hopkins önce direndikten sonra kabul etmişti, bu sefer yönetmen koltuğunda Jonathan Demme değil ama usta yönetmen Ridley Scott bulunuyordu ve film asıl ortamını Floransa’nın ‘büyüleyici’ atmosferine taşımıştı. Üstelik yan rollerde Ray Liotta ve ‘neredeyse tanınmaz bir makyajla!) Gary Oldman bulunuyordu. İlk filme göre en önemli eksik, ajan Clarice Starling rolü ise teklifi geri çeviren Jodie Foster yerine Julianne Moore’a verilmişti. Moore, elinden gelince bu boşluğu doldurmaya çalıştı, film görsel açıdan etkileyici kadrajlar ve belli bir gerilim taşıyordu ama yine ilk filmin başarısından çok uzaktı. "The Silence of the Lambs"ın gücünü yaratan ‘tehditler’, burada oldukça kanlı eylemlere dönüşüyor, karakterlerin birbirine karşı hissettiği ‘nefret’/‘sevme’ ikilemi rafa kaldırılmış ve ortaya izledikten sonra çok ciddi bir ‘iz’ bırakmayan bir gerilim yapımı çıkmıştı. Dediğimiz gibi film, belki tam bir ‘başarısızlık’ değildi ama Jodie Foster’ın rolünü geri almaması bizce oldukça yerinde bir karardı…