Gergerlioğlu: Beyaz Toros’a laf etmek kolay, peki ya siyah Transporter?

HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’na göre mezarlıkların tahrip edilmesi, işkence, zorla kaybetme dâhil hiçbir zulüm politikası iktidarın tabanında rahatsızlık yaratmıyor. Mazlum-Der’deyken, başörtüsü için mücadele yürüttüklerinde yerel basının kendilerini Cumartesi Anneleri’ne benzetmesinin muhafazakârları rahatsız ettiğini hatırlatan Gergerlioğlu’na göre İslamcılar iktidara gelince değişmedi, eskiden de başkasının acısını görmüyorlardı.

İrfan Aktan iaktan@gazeteduvar.com.tr

“Nefes alamıyorum.” ABD’nin Minneapolis kentinde George Floyd adlı bir siyahın, polis tarafından nefessiz bırakılarak öldürülmeden hemen önce attığı son çığlığı buydu.

Türkiye’de de sayısız insan, kolluk güçlerinin ihlalleri karşısında aynı çığlığı atıyor. Fakat kolluk güçlerine biçilen cezasızlık zırhı, hak ihlallerini hayatın her alanına yayıyor. Halk sağlığı adına alınan tedbirlere uymadı diye insanlar sokak ortasında işkenceye maruz kalıyor, gözaltına alınıyor, öldürülenler oluyor. Mezarlıklar tahrip ediliyor, insanlar kaybediliyor, Covid-19 tehdidi altındaki hapishanelerde mahpuslar büyük bir trajedi yaşıyor. Peki bu çığırından çıkmış şiddet ve hak ihlalleri tabanda nasıl algılanıyor?

Onyıllardır yürüttüğü insan hakları mücadelesini halihazırda HDP milletvekili olarak sürdüren Ömer Faruk Gergerlioğlu, başta AKP tabanı olmak üzere toplumda hâlâ birbirinin hakkına sahip çıkma duyarlılığının gelişmediğinden yakınıyor. Kendisi de geçtiğimiz gün basın açıklaması yapmak isterken polis şiddetine maruz kalan Gergerlioğlu’ndan yakın dönemin kapsamlı bir insan hakları bilançosunu dinliyoruz…

Cumartesi Anneleri’nin meydana çıkışlarının üzerinden 25 yıl geçti. Sokağa ilk çıkan annelerin bir kısmı hayatını kaybetti, hayatta kalanların hemen hiçbirinin talebi karşılanmadı. Çocuklarının akıbeti ya hiçbir zaman ortaya çıkmadı veya sorumlular yargılanmadı. Açılan davaların da hemen hepsi, sanıkların korunması ve beraatiyle sonuçlandı. 25 yıla yayılan bu mücadele, bir insan hakları savunucusu olarak size ne anlatıyor?

Bu mücadelenin büyüklüğü kadar, devletin ve değişen iktidarların tutumu da önemli. 1990’lı yıllar devletin Kürtleri ve muhalif olanları baskı ve imha yoluyla susturmaya çalıştığı dönemdi. Tansu Çiller’in başbakan veya iktidar ortağı olduğu dönemlerde paramiliter gruplar, bunlara devlet hazinesinden ayrılan paralar, kayıp silahlar, JİTEM oluşumları ve daha bir sürü unsura bakıldığında, şu an bir tekerrürden söz edebiliriz. 1990’larda devlet bu meseleyi çözmek için her türlü illegal yolu da kullanıyordu. Bu bir devlet kararıydı. İnsan kaçırma, köprü altında sorgulama, gecenin bir yarısı ormanlara bırakma, işkenceler, işkencelerde öldürülenler, gözaltında kaybedilenler, yakılan köyler… Bütün bunlar çok pervasızca yapıldı ve ortaya büyük bir bilanço çıktı. O dönemde sivil polis veya jandarmanın kullandığı Toros marka beyaz arabalar vardı. Ahmet Davutoğlu başbakanlık döneminde, 20 Ekim 2015’te Van’da yaptığı bir konuşmada “Biz gelmezsek beyaz Toroslar gelir” derken, devlet adına faili meçhullerin yapıldığını kabul etmişti.

Ama Davutoğlu’nunki bir itiraftan ziyade göz dağı, ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi değil miydi?

Maksat oydu ama sonuçta yaptığı şey bir devlet itirafıydı. Bugün beyaz Toros dendiğinde artık herkes mesajı anlıyor.

HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu

'BAŞÖRTÜSÜ EYLEMİMİZİN CUMARTESİ ANNELERİ’NE BENZETİLMESİ ARKADAŞLARIMIZI RAHATSIZ EDİYORDU'

Cumartesi Anneleri’nin mücadeleye giriştiği dönemlerde İslamcılar daha ziyade muhalefetteydi. İslâmi bir geçmişten gelen bir insan hakları savunucusu olarak, o dönemki İslamcı kesimin bu mücadeleye yaklaşımına dair neler söylersiniz?

Ben Mazlum-Der’deyken 2005 yılında İzmit’te başörtüsü eylemleri başlatmıştım ve her hafta Cumartesi günü saat 12.30’da bu eylemi yapıyorduk. O zaman yerel gazeteler “Yeni Cumartesi Anneleri İzmit’te” diye haber yapmışlardı. Ben bundan hoşlanmıştım ama muhafazakâr arkadaşlar rahatsız olmuştu.

Neden?

AKP iktidardaydı ama başörtüsü sorunu devam ediyordu. Muhafazakâr arkadaşlar, başörtüsü mücadelesinin Cumartesi Anneleri’ne benzetilmesini, “Kürtçülerle, komünistlerle aynı kefeye konmak” olarak kabul edip bundan rahatsızlık duyuyordu. Bu bakış açısına sahip insanların insan haklarını anlaması ve savunması için kırk fırın ekmek yemesi gerektiğini daha o zamandan fark etmiştim. Dolayısıyla bu insanlar iktidara geldi ve insan haklarını unuttu demek doğru değil. O gün de insan haklarına yaklaşımları buydu, bugün de aynı. Değişen tek şey, o gün başörtüsü özgürlüğü için dayak yiyenlerin bugün iktidarda olması. Kendileri açısından sorun bittiğinde, başkasının maruz kaldığı hak ihlalini görmediler demek de doğru değil. Çünkü bunlar ezilirken de başkasının acısını görmüyorlardı.

'DAVUTOĞLU NEDEN SİYAH TRANSPORTER’LAR KONUSUNDA SÜKUT İÇİNDE?'

AKP içinden çıkarak iki ayrı parti kuran Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan, 1990’larda, 2000’lerin başında siyasal İslamcıların yaptığı “demokrat” çıkışlara benzer beyanatlarda bulunuyorlar. Sizce bu açıklamaların kıymet-i harbiyesi var mı?

Bu çok fazla umut vadetmiyor. Davutoğlu da, Babacan da yanlışlarıyla yüzleşmeden Kürt meselesi üzerine konuşuyor. İktidarın en önemli isimleriyken yaptıkları yanlışlar hatırlatıldığında, geçiştiriyorlar. Sürekli ileride neler yapacaklarından bahsediyorlar. Peki dün ne yaptın ve bugüne nereden geldin? Davutoğlu daha dün, AKP’nin başkanı ve başbakanken “biz gidersek beyaz Toroslar gelir” diyordu. Bugün beyaz Toros yok ama beş yıldır siyah Transporterlar var. Davutoğlu neden bunlarla ilgili sukut içinde? Beyaz Torosların yerini alan bu araçlarla kalabalık semtlerde, ortalık yerde, güpegündüz insanlar kaçırılıyor. Üstelik MOBESE kameralarının olduğu yerlerde, ana yollardan gidiyorlar ama her nedense onların gittiği yollarda hiçbir tespit yapılamadı. Bu şekilde kaçırılan kişilerin takibi yapılmak istendiğinde arabalar buharlaşıp kayboluyor. Beyaz Toroslar döneminde böyle bir izleme teknolojisi yoktu ama şimdi var. Buna rağmen bu araçlarla nasıl oluyor da insanlar kaçırılabiliyor? Dünün beyaz Toros’una laf etmek kolay. Peki ya günümüzün beyaz Toros’ları olan siyah Transporter’lar?

Bu araçlarla kaç kişinin kaçırıldığını biliyor musunuz?

Benim tespit edebildiğim 28 kişi var. Ama sonrasında Mesut Geçer isminde, bizim kayıtlara girmeyen bir kişi daha çıktı. Eski bir MİT mensubu ve KHK ile ihraç edilmiş. Kendi yakınlarının ifadesine göre kaçırılma süresi 16 ay. Suriye’ye götürülmüş, Arapça konuşulan bir yerde sorgulanmış, 20 aydır da cezaevinde olduğu yönünde bilgiler var. Bazılarının yakınları veya bırakılırlarsa kendileri şikayette bulunmadığı için kayıtlara girmiyor. Önder Asan, Gökhan Türkmen gibi kişilerin işkence başvuruları var, ama suç duyurularına takipsizlik verildi.

Peki kaçırılanların hepsi bulundu mu?

Sanırım bir iki kişi bulunamadı. Çünkü yakınları ortaya çıkıp peşine düşmedi, ilgilenmedi.

'ANLAMAK MÜMKÜN DEĞİL, KAÇIRILANLARA YAKINLARI BİLE SAHİP ÇIKMIYOR'

Nasıl yani?

Anlamak mümkün değil. Yakınları bile sahip çıkmıyor. Belki de bir şeylerin üzerlerine yapışmasını istemiyorlar. Ayrıca sonradan ortaya çıkanlar içinde yurt dışına giden veya ülkede kalıp da psikolojisi bozulanlar var. Onlar da pek seslerini çıkarmıyor. Bir kısmı da cezaevinde. Böyle bir bilanço var.

Davutoğlu ve Babacan’a dönersek, bu tür hak ihlallerine yönelik yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürt meselesinde geçmişle, devlet politikalarıyla yüzleşmeden ve bu tür metotları reddetmeden bir politika izliyorlar. Bütün Kürt şehirleri yakılırken Davutoğlu başbakandı. Siyah Transporterlar yalnızca KHK’lileri, cemaatçileri değil; Kürtleri kaçırmak için de kullanılıyor. Van’da ve Ankara’da bu yönde olaylar oldu. Daha yakın bir zamanda Ankara’da şehrin göbeğinde KESK’li bir arkadaşı siyah Transporterdan inenler kaçırmaya çalıştı. Bu arkadaş “adam kaçırıyorlar” diye feveran edip etraftaki insanlara sesini duyurabildiği için kurtuldu. Kendisini kaçırmak isteyenlerin fotoğraflarını çekmiş, aracın plakasını kaydetmiş. Plaka sahte çıktı tabii ama adli merciler bu olayla ilgili hiçbir araştırma yapmadı. Dolayısıyla günümüzdeki ihlallere itiraz etmeyen, bunlarla yüzleşmeyen hiçbir siyasetçi, geleceğe dair kimseye, hiçbir umut veremez.

İSLAMİ VE MİLLİYETÇİ KESİM AYNI SUÇA İŞTİRAK EDİYOR

1990’lardaki hak ihlallerinin baş sorumlularının da destek verdiği mevcut iktidar 1990’ları aratmıyor. Sizce varılmak istenen nokta ne?

Devlet ’90’lı yıllarda Kürtlere yönelik uyguladığı balyoz metoduna geri döndü. O zamanlar en ağır yöntemler kullanıldı. Kürt sorununu şiddet yoluyla bitirmeye yöneldiler ama sonuç ortada. Şimdi İslami kesim de işin içine katılarak hem Kürtlere hem cemaatçi kesime bu yapılıyor. 1990’larda İslami kesimden zulmü eleştirenler vardı. Necmettin Erbakan, aralarında Süleyman Demirel ve Alparslan Türkeş’in de olduğu bir liderler buluşmasında yakılan Kürt köylerinin fotoğraflarını göstermişti. Şimdi ise İslami ve milliyetçi kesim aynı suça iştirak ediyor. Mazeretleri de hazır: “Darbe oldu, memleket elden gidebilir, bekamız çok önemli, bekamızı sağlamak için milliyetçi-muhafazakâr bir birlikteliğe ihtiyaç var”. İnsanlar zulüm ve haksızlık yapıldığını görse de bunun devletten daha önemli olmadığını düşünüyor artık.

'İYİ KONUMDAYKEN AİLENİN GÖZDESİ, KHK’Lİ OLUNCA AİLENİN CÜZAMLISI OLDULAR'

Yani AKP-MHP tabanının, yürütülen bu politikadan rahatsızlığı yok mu?

Hepsi yapılanları görüyor. Üstelik çok uzaktan da değil, doğrudan kendi ailesinde, yakınında görüyor. Çoğunun eşi, dostu, akrabası Fettullahçılık iddiasıyla veya KHK’li olarak bu zulümden payını aldı. Devletin zalim, vicdansız tavırlarını gördükleri halde milliyetçi-muhafazakâr söyleme tutunmuşlar. KHK ile ihraç edilen, cezaevine atılan insanların bazıları kendi ailelerinden bile dışlanıyorlar. Ölüm döşeğindeki annesiyle vedalaşmasına kardeşleri tarafından izin verilmeyen insanlar biliyorum. Adam devletin bekası diye oğlunu, anasını, babasını gözden çıkarmış. Akıl almaz bir şey. Bu insanlar iyi konumdayken ailenin gözdesi, KHK’li olunca da cüzamlısı oldular. Size bununla ilgili sayısız olay anlatabilirim.

Geçen gün muhalif bir kanalda, mezarlıkların devlet eliyle tahrip edilmesinin, AKP’nin İslamcı tabanından da tepki yaratıp yaratmayacağı soruluyordu. Herhalde İslamcıların kendi yakınlarına yaklaşımı, bu sorunun yanıtını da barındırıyor, değil mi?

Mezarlıkların tahrip edilmesi filan bu insanlar için hiçbir şey ifade etmiyor ne yazık ki. Bırakın ölüye saygı duymayı, diriye yapıyorlar bunu. KHK’li diye annesiyle, babasıyla, çocuğuyla, kardeşiyle konuşmayan, ilişkisini kesen insanlar var. Bakın, biz bu devleti tanıyoruz. Zulüm dün de vardı ve en ağırı Kürtlere uygulandı. Buna rağmen Kürtler kendi yakınlarına, akrabalarına sırtlarını dönmedi. Onlara sahip çıktılar. Fakat KHK’lilerle ilgili hadisede öyle bir durum söz konusu değil. İnanın o kadar çarpıcı hikâyeler duyuyorum ki, aklım almıyor. Demin söylediğim gibi, KHK’yla ihraç edilmiş bir yargıç, ölüm döşeğindeki babasını görmeye gidiyor. Kardeşleri kapıdan kovuyor. Babası son nefesinde oğlunu göremiyor.

DEVLET CEMAATÇİLERE YARIN KAPIYI AÇSA, ESKİ ANLAYIŞLARINA DÖNMEYECEKLERİNİN GARANTİSİ YOK

Yakın zamana kadar önemli devlet kademelerinde yer alan bu kişiler nasıl bir halet-i ruhiye içinde? Özeleştiri yapıyorlar mı mesela?

Bir kere devlet yarın bu cemaatçi insanlara tekrar kapıyı açsa, eski anlayışlarına dönmeyeceklerinin hiçbir garantisi yok. Elbette muhafazakâr kesimden çok sayıda kişi bana, “Biz devleti, statükoyu bu kadar kutsarken en yakınımızdan bize bunlar yapıldı. Bize bunu yapan, kim bilir Kürtlere, Ermenilere neler yapmıştır” şeklinde özeleştiriyle geldi. Ama bunu yalnızca mağdur edilmiş kişiler veya yakınları görüyor. Geri kalan muhafazakâr kesim veya bazı mağdurların en yakınları bile devletçi refleksle bu yapılanları meşru görüyor. Kardeşin zulme uğruyor, buna rağmen devletçi refleksinle diyorsun ki, “bizimkiler iktidarda kaldığı sürece devlet vatandaşları böcek gibi ezebilir, normaldir, doğaldır. Kaçırmak mı, işkence mi, olur öyle şeyler, hak etmiştir.” Maalesef bu yaklaşım hiç de marjinal değil.

Bunu neye bağlıyorsunuz?

Bakın, yıllardır insan hakları ihlalleriyle uğraşıyorum ama insan kaçırmak gibi en korkunç ihlali bile insanlar olağan görüyor. Felaketler sadece felaketin mağdurlarının umurunda. Düşünün bunca işkence, insan kaçırma, yargısız infaz, her yere yayılmış ihlaller var ama buna rağmen iktidar partisi hâlâ yüzde 40’lara yakın oy alabiliyor! Bu başlı başına araştırılması gereken bir konu. Ben mağdurları da eleştiriyorum. Yarın-öbür gün devlet kendilerini affederse eski statükoya dönme ihtimalleri uzak değil. Fakat buna rağmen bu süreç büyük bir yüzleşme fırsatı barındırıyor. Zulme uğrayanlar, maruz kaldıkları muamelenin uygulayıcısı oldukları dönemle yüzleşebilirler. Kirlerinden arınabilirler. Aksi halde bugünün mazlumu yine yarının zalimi olabilir.

'KURTULUŞU, KURYENİN İTİRAZINDA GÖRÜYORUM'

Son dönemde artan polis ve bekçi şiddeti, geleceğe ilişkin ne anlatıyor?

Toplum şimdiye kadar Kürtlere, Alevilere, mazlumlara yönelik baskıları, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığıyla görmezden geliyordu. Bunun için de zulme uğrayanlara “terörist”, “vatan haini”, “hak etmiştir” şeklide yaklaşıyor, kılıf olarak bunu kullanıyordu. Fakat artık işin ucunun gelip kendisine de dayandığını görmeye başladı insanlar. Geçtiğimiz günlerde polisin bir kuryeye yönelik şiddeti de bunu gösterdi. Kuryelik ideolojik bir kimlik değildir. Polis kuryeyi durdurmuş, bağırıyor ve vuruyor. Fakat o kuryenin bu şiddete korkarak da olsa itiraz ettiğini gözden kaçırmayalım. Ben kurtuluşu bu itirazda görüyorum. İnsanların artık “kimsenin bana vurmaya hakkı yok” noktasına gelebileceğini düşünüyorum.“Biz HDP’liyiz, Kürdün, KHK’liyiz, devlet bize vuruyor, ey toplum bize arka çık” dediğimizde, kimse bize arka çıkmaz. Ama şiddet herkesi kapsamaya başladığında, toplumsal bir bilincin oluşması için çaba sarf etmeliyiz. “Benim hakkım senin hakkındır, senin hakkın benim hakkımdır” bilincini yaratmalıyız.

'KARŞIMIZDA ÖNÜNÜ İLİKLEYEN POLİS, HDP’Lİ OLDUĞUMUZU ÖĞRENİNCE DEĞİŞİYOR'

Geçen hafta HDP Ankara il binası önünde, belediyelere kayyım atanmasına karşı basın açıklaması yaparken siz de polis şiddetine maruz kaldınız. Böylesi saldırılara sık maruz kalıyor musunuz?

HDP milletvekilleri olarak bizim için yeni bir hadise değil. Tüm arkadaşlarım her yerde aynı muameleyle karşılaşıyor. Gittiğimiz her yerde polis, jandarma bizimle, bırakın hukuk sınırlarını, asgari terbiye sınırlarını aşan bir üslupla konuşuyor. Polislerle TBMM’de veya şehirlerarası yolda karşılaştığımda, milletvekili olduğumu görünce önlerini ilikliyorlar. Fakat HDP’li olduğumuzu bildikleri zaman iş değişiyor. Hapishane ziyareti yapmamız engelleniyor. Bu konu hakkında bıkmadan onlarca dilekte yazdım, hiçbirine yanıt bile verilmedi. Hapisteki milletvekillerimizi bile ziyaret edemiyoruz. Ayrıca içinde yer aldığımız basın açıklamaları veya protesto gösterilerinde polis bize karşı her türlü adap dışı konuşma tarzını deniyor. Ben milletvekiliyim, bu benim nefsim değil, 90 bin oyla gelmişim. Üstün değilim ama demokratik teamüllerin sonucunda bana bir dokunulmazlık verilmiş. Bizi ya ittiriyorlar ya önümüze etten duvar örüyorlar. Tabii direkt şiddet uygulama şimdiye kadar olmamıştı ama bahsettiğiniz gün bunu da yaparak bir seviye daha atladılar.

Ne yaşandı o gün?

20 Mayıs Çarşamba günü Ankara il örgütünden arkadaşlarımız, belediyelerimize atanan kayyıma karşı bina önünde bir basın açıklaması yapmak istedi. Diğer illerde bu yapılabilirken Ankara’da izin verilmedi ve 12 arkadaşımız gözaltına alındı. Ertesi gün ben ve diğer vekil arkadaşım Kemal Peköz basın açıklaması yapmak istedik. Yine engellemeyle karşılaştık. Önce pazarlık yapmaya çalıştık ve herhangi bir hadise yaşanmayacağına dair söz verdik. Bunu da kabul etmediklerinde biz iki milletvekili olarak bina önünde açıklama yapmak istedik. Efelenip üstüme yürüdüler. “Sana burada açıklama yaptırmayacağım” diye bağırıp çağırmaya başladı bir tanesi. Bunu gören diğer polisler bana yaklaşıp alttan tekme attılar. Daha önceki olaylarda bu kadar ileri gittiklerini görmediğim için ben de şaşırdım. Benim sakin bir mizacım var, kavgayı sevmem, geriledim, ama üstüme geldiler. Bu sırada il eş başkanımızı da darp edip oradan uzaklaştırdılar. Ben kavga seven bir insan değilim, o mizaçta bir insan olup ben de bir yumruk atsam ortalık kan gölüne dönerdi. Yapılan şey son derece çirkin.

'CEZAEVLERİNDE AÇIK GÖRÜŞ BAŞLAYINCA VİRÜS PİK YAPABİLİR'

Korona virüsü nedeniyle İnfaz Yasası’nda gerçekleştirilen düzenleme risk gruplarına değil suçun tipine göre yapıldı. Hapishanelerde halen risk altında olan çok sayıda mahkum var. Düzenlemeyle birlikte kaç mahkum tahliye edildi? Şu anda hapishanelerde durum nedir?

45 bin kalıcı 45 bin izinli olmak üzere, 90 bin kişi tahliye edilecek dendi. Siyasi mahkumlar bu düzenlemenin dışında tutuldu. Benim söylediğim her şey baştan beri doğruydu ama buna tahammül edemeyen bir Adalet Bakanlığı var. İlk günlerde Edirne Cezaevinde karantina koğuşu oluşturulduğunu söyledim. Hemen ardından Edirne Cumhuriyet Başsavcılığı bu açıklamanın gerçeği yansıtmadığını belirtti. Üç gün sonra ise Adalet Bakanı, “Biz her cezaevinde karantina koğuşu oluşturuyoruz” yönünde bir açıklama yaptı. Zaten karantina koğuşu demek vaka olduğu anlamına gelmez, bu bir korumadır. Dönem içinde çok sayıda vakayı ortaya çıkardım. Daha sonra hakkımda soruşturma açtılar. Sincan Cezaevi’nden Arif Yıldırım isimli adli bir mahpus 23 Mart’ta Ankara Bilkent Şehir Hastanesi’nde Covid-19 servisine yatırılmış ve Covid-19 tedavisi görmüştü. Bunu duyurduğumuzda inkar edildi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “Yanlış bilgilerle toplumu kin ve düşmanlığa sevk etmek” iddiasıyla hakkımda soruşturma başlattı. 8 Nisan’da daha İnfaz Yasası düzenlemesi yapılmadan Arif Yıldırım için infaz erteleme kararı verilmiş, 9 Nisan’da tahliye edilmiş, 14 Nisan’da ise vefat etti. Ölüm kaydı da böbrek yetmezliği olarak tutulmuş. Böylece hem Sağlık Bakanlığı hem Adalet Bakanlığı’na yönelik eleştirilerimizde ne kadar haklı olduğumuzu gördük.

Adalet Bakanı bu eleştirilere ne diyor?

Bir milletvekili olarak birçok vakada Bakandan önce ben açıklama yaptım. Bundan dolayı Adalet Bakanı’nın yüzünün kızarması lazım. Örneğin Bafra Cezaevi Mehmet Yeter, Şakran Açık Cezaevi İsmet Nice, Konya, Sivas, Silivri pek çok vaka oldu. Pek çok yerden bana haberler geliyor. Mehmet Yeter önce başka bir nedenle ameliyat olup hapishaneye dönüyor. Ardından korona virüsü nedeniyle rahatsızlanarak hastaneye kaldırılıyor. Öldüğü zaman da ailesinin haberi bile olmadan savcılık yazısıyla alelacele kimsesizler mezarlığına defnediliyor. Oğlu, başka bir mahkumun taziye nedeniyle araması sonucu babasının öldüğünü öğreniyor. Dalaman Cezaevi açık bölümünden tahliye edilenlerin çoğu dışarıda hastalandı, hatta bir kişi Nusaybin’de vefat etti. Demek ki o cezaevinde de virüs vardı.

Bu vakalar resmi düzeyde kabul edilmiyor mu?

Adalet Bakanı bugüne kadar sadece iki kez açıklama yaptı. Onlarda da benim açıkladığım vakalar doğrulandı. “Ölülerimiz de var” dedi ama hangi cezaevi olduğunu açıklamadı. Silivri’de 7 ve 8 no’lu koğuşlarda bir yoğunluk oldu. Ahmet Altan pandemiye dair kaleme aldığı bir yazıda “Bunu okuduğunuzda belki hastalanmış olacağım” diyor zaten. Bu arada Silivri’de 7 kişilik koğuşlarda 35 kişi kalıyor. Bir kişi hasta olunca çoğu da hastalanıyor. Mahkumlar, mahkum yakınları; onlarca insandan bana şikayet geldi. 27 soru önergesi verdim bu konuda. Büyük bir tedirginlik vardı, ölüme terk edildiklerini düşünüyordu insanlar. Sonrasında bazı önlemler alındı, ben bunları sosyal medyadan duyurdum. Tehlikenin tamamen geçtiğini düşünmüyorum. 1 Haziran sonrası açık görüşler başlayacak. Görüşler yapılmazken, gardiyanlar vardiyalı çalışırken ve evlerine gitmezken bile bu kadar çok vaka görüldü. Şimdi görüşlerin başlamasıyla tehlike daha da artacak. Konya’da mesela 150 vaka olduğunu biliyoruz ama Bakanlık bunu 30 olarak açıklıyor. Görüşler başlayınca pik yapabileceğini düşünüyorum.

'HAPİSTEN GELEN MEKTUPLAR YÜKTE HAFİF AMA TONLARCA AĞIRLIKTA TRAJEDİ BARINDIRIYOR'

Ne yapılmalı peki?

Bizim en başta söylediğimiz gibi adli ve siyasi olarak ayırmadan tutuklular tahliye edilmeli, hükümlüler infaz ertelemeye almalı. Bu talebimizi sizin aracılığınızla Adalet Bakanı’na yinelemek istiyorum, orada bir tehlike bekliyor. Tedbir amaçlı olarak kantinler, manavlar da kapatıldı. Yemek yapmayı bilen mahkumlar tahliye olunca kalanların çoğu uzun süre açlıkla mücadele etti. Zaten kötü koşullarda kalan insanlar bir de beslenemediler. Mahkum yakınları benden tüm sorunları bir kenara koyup cezaevlerindeki yemek sorunuyla ilgilenmemi istedi. 1,5 kaşık çorba, 1 dolmayı iki kişi paylaşmak durumunda kaldı. Şimdi biraz daha toparlanma var ama tahliyeler olmazsa pik yapacak. Gizlemeyle, saklamayla bir yere varılamaz.

Mahkumlar veya mahkum yakınları size başka hangi sıkıntıları aktarıyorlar?

Şu masamın üstünde gördüğünüz mektupların her biri yükte hafif ama okuyunca tonlarca ağırlıkta acılar, trajediler barındırıyor. Bana cezaevlerinden yüzlerce mektup geliyor, hepsini kendim tek tek okuyorum. Çok büyük acılar, dramlar yaşanıyor. Karı koca cezaevinde olan çocuklu aileler var. Çocuklar uyuşturucuya başlamış, maddi manevi sefalet içindeler. Özellikle anne mahkumlar için çözüm bulmamız lazım. Çocuklu adli mahkumlara evde hapis verilirken, siyasi mahkumlara bu yapılmadı. Yasanın son düzenlemesinde bir madde var, eşi veya çocuğu ağır hasta olan mahkumlara bir yıl infaz erteleme veriliyor. Ama siyasi mahkumlar bu haklarını da kullanamıyor. Babası cezaevinde olan kanser hastası 8 yaşındaki Ahmet Burhan Ataç babasını göremeden vefat etti. Ama bir tek Ahmet değil, inanın onlarca Ahmet var. Cezaevlerinde büyük dramlar yaşanıyor. Bu mektupları okuduğumda ruhen sarsılıyorum. Bağlar Belediyesi Meclis Üyesi Gönül Aslan 3,5 yaşındaki böbrek hastası oğlu Dilgeş ile cezaevinde. Dilgeş sosyal medyada çok duyuldu, hepimiz tepki gösterdik ama öncesinde 800-900’den fazla bebek-çocuk vardı. Bunlar gündem olamadı. Herkes kendisini ilgilendiren sıkıntıları gündeme taşıyor. Ben cemaatçi kesimi de eleştiriyorum. Düne kadar Cumartesi Anneleri, yargısız infazlar olurken susuyordunuz; şimdi cezaevlerinde sizin yakınlarınız varken ses ediyorsunuz. Bugün duyarlı olun ama yarın da bunları unutmayın. Çünkü bu herkesin başına geliyor. HDP için de bunu bir eleştiri olarak söylüyorum, Dilgeş’ten önce 800 çocuğun cezaevinde olması Kürt, sol camiada gündem değildi. Söylemek istediğim şu: Hepimizin bu konuya artan bir duyarlılık göstermeliyiz. Ahmet bir çocuktu, son anında babasını göremedi. Dilgeş bir çocuk, bayram günü hapse girdi. İhlale karşı göstereceğimiz refleksi kimliğiniz, düşüncemiz, inancımız değil, ihlalin kendisi belirlemeli.

Bu mümkün mü?

Kendisi dışındakilerin haklarına sahip çıkma konusunda kimse yeteri kadar temiz değil. Ama şu anki zulüm bize bir yüzleşme, yıkanma fırsatı tanıyor. Muhafazakâr camiadan eski cemaatçilerle konuşuyoruz, çok özeleştiri yapıyorlar ama bence yine yetersiz. Eskinin kirinden arınmak için kırk kez yıkanmak lazım.

Tüm yazılarını göster