Geri çağrılan geçmiş

Nermin Saybaşılı’nın, Metis Yayınları tarafından basılan 'Çam Pürleriyle Namrun' kitabı, bir yandan deneyimlerin yok olup gitmediğini, onları geri çağırdığımız sürece orada bir yerde durduklarını, geçmiş anların insanın kendi hikayesine eklenen yanlarının söyleyebileceklerini düşündürürken diğer taraftan yer yer kültürel belleğe eklenen imgelerle bir geçmiş zaman kazısı yaptırıyor.

Emek Erez emekerez@gmail.com

Giorgio Agamben 'Çocukluk ve Tarih'(1) adlı metnine şöyle başlar: "Günümüzde deneyimi konu eden her söylem, deneyimin artık yaşanılmasına izin verilen bir şey olmadığının kanıtlandığı gerçeğinden hareket etmelidir. Çağdaş insan kendi öz yaşam öyküsünden yoksun kaldığı gibi, deneyimi de elinden alınmıştır; hatta insanın deneyimleme ve deneyimlerini aktarma yetisine sahip olmayışı belki de kendisiyle ilgili nadir verilerden biridir." Deneyimler insana bir "öz yaşam" öyküsü verir. Bu öykü, kişinin ne olduğunu belirleyen bir yerde durur. Agamben’in sözünü ettiği gibi modern dünyanın deneyimleri olumsuz etkilediği fikrine katılabiliriz ancak kişinin "öz yaşam öyküsünü" kurarken hâlâ bir hayat tecrübesiyle hareket ettiğini söylemek gerekir. Burada belki bir biçim değişikliğinden söz edilebilir; yaşamlarımız hıza uygun, sürekli enformasyona maruz kaldığımız, gündelik yaşamın ayrıntılarının pek de farkına varamadığımız bir şekilde sürüp gidiyor, yaşam anlarının kalıcılığı azalıyor ama hâlâ hayat hikâyemizden söz ederken tecrübelerimizle dile geliyoruz. Kendi geçmiş zamanımızın şimdiye eklenen tarafıyla hareket ediyoruz.

Nermin Saybaşılı’nın 'Çam Pürleriyle Namrun' kitabını okurken en başta aklımdan bunlar geçti çünkü metin çoğunlukla çocukluk deneyimlerinden oluşuyor ve şöyle hissediyorsunuz; geçmiş orada bir yerde bekliyor, onu açığa çıkarmak zihnin kıyısını köşesini eşelemek, kazmak bir şekilde onları çağırmak elimizde ve yaşanan acı veya tatlı anlar kimsenin silmeye gücünün yetmeyeceği yerde duruyor. Başta bahsettiğimiz gibi, tecrübe biçim değiştiriyor, çocuklar için de büyükler için de ama bunu bir yoksunluktan çok, farklılaşma olarak da düşünebiliriz bana kalırsa. Bu nedenle Agamben’in bahsettiği "öz yaşam öyküsü" başka şekillerde kuruluyor ve zamanın anlarını tekrar diriltmek, geçmişten öğrenmek gerekiyor ki bana kalırsa 'Çam Pürleriyle Namrun'un yaptığı biraz da bu.

GERİ DÖNÜLEN YER

Saybaşılı’nın 'Çam Pürleriyle Namrun' kitabı, yazarın "Küresel pandeminin başlangıcından sonra yıllardır yüzünü göremediğim, yüzüne hasret kaldığım Namrun yaylasına gittim, daha doğrusu çocukluğumun yaylasına, ilk göz ağrıma geri döndüm" cümlesiyle başlıyor. Bu "geri dönüş", Proustcu "madlen etkisi" diyebileceğimiz bir etkiyle çocukluk anlarının farklı çağrışımlarla zihinde yeniden kurulduğu ve şimdiye getirildiği bir anlatıya dönüşüyor. Böylece, nesneler, çocuklukta oynanan oyunlar, dinlenen hikayeler geri geliyor ve zihnin şimdiyle geçmişi birbirine teğellediği bir metinle karşılaşıyoruz. Ayrıca, Namrun’un yazarın belleğinde açığa çıkışı kendi çocukluk zamanlarımızı da hatırlatabiliyor (en azından benzer dönemlerde çocukluğu geçmiş olanlar için) ve okur ile metin arasında bir bağ oluşuyor.

NAMRUN

Metin hakkında daha fazla ayrıntıya girmeden, Namrun’dan bahsedelim: "Tarsus’un yaylası Namrun, deniz seviyesinden 1100 m yükseklikteki, Çukurova’nın alev topuna benzer havasından kaçacağınız Toroslar’ın en yüksek bölümü olan Bolkar Dağları’nın eteklerinde, yeşil yemyeşil bir dünyadır. Yeni 'modern' ismi Çamlıyayla ama ben bu isme hiç alışamadım, yabancılaştırma efekti taşıyor bu sözcük, resmi tarihin hoyratlığının simge ismi oluveriyor zihnimde…"

Saybaşılı’nın cümlelerinden anlaşılan Namrun da resmi tarihin "hoyratlığından" payını almış ki metinde yer yer bunun izlerini sürebiliyoruz ayrıca kitap boyunca bu yerin kendi ismiyle bahsedilmesinin de önemli olduğunu düşünüyorum çünkü onu adıyla çağırmak, mekanın varlığını tanımak ve yukarının unutturma politikasını da boşa çıkarmak anlamına geliyor.

NESNELER, METAFORLAR ÇAĞIRMA İŞLEVİ

Yazar, Namrun’a ulaştığında öncelikle yaşayacakları "modern evi" düzenlemiş olsa da sonrasında "babaannemin babasından kalma ama geçmişi daha eskilere dayanan, tarihi yaklaşık iki yüz yıllık ev" olarak bahsettiği "eski ev"de kendince bir düzen kuruyor çünkü onun da ifadesiyle "çocukluk, eski evdir." "Eski ev"e açılan kapı şimdiden geçmişe açılan bir kapıya dönüşüyor, duvarlar, eşyalar, çeşitli nesneler birer hikaye çağırıcıya dönüşüyor. Böylece, öncenin sonsuzluğunu duyuran geçmiş canlanıyor ve metaforlarla da işleyen bir anlatı ortaya çıkıyor.

Mesela metinde yazarın bulduğu, "büyük anahtar"ı ele alalım. Şöyle bahsediliyor; "Büyük anahtarı ise kilerde (yazar öncesinde bir not defteri buluyor), çok sayıda eski anahtarın bulunduğu büyük bir plastik torbanın içinden seçtim, kendim için seçtim. bu ince zarif anahtarın eski evin büyük ahşap kapılarından birine ait olmadığını zaten biliyordum. not defterinin tersine bu anahtar kendisinden daha büyük, daha ağır bir şeyin parçası gibi geldi gözüme, sonra ikisini üst üste koydum, bekledim."

Zihnimizin şeylerle ilişkisini düşününce burada "çok sayıda" eski anahtarın içinden seçilen "büyük anahtarı" metaforik bir anlamda düşünebiliriz sanıyorum. Metaforlar şeyleri anlamlandırmada epey işlevsel, onlara bağlam ve yer kazandırıyor. Burada "daha ağır bir şeyin parçası" olarak anahtarı bu açıdan düşününce onun bir çeşit zaman kapısını açma işlevi gördüğünü söyleyebiliriz bana kalırsa. Metin açısından burada belki de geri dönülen yerin "eski" anlamını, yani çocukluk zamanını geri çağırmanın başlangıcı olarak da yorumlanabilir bu.

Yazarın metnin bahsettiğimiz bölümünden sonraki kısmında kurduğu cümleler de bunu düşünmeye izin veriyor fikrimce, "…üç odalı yayla evinin kapılarını bir bir açtım. hangi kapıyı açsam bir serinlik, bir ferahlık! içeriye çocukluk doldu… tek tük eşyanın kaldığı odaları yavaş yavaş yokladım. bellek-kapıları tek tek aralandı." Kısacası şunu söyleyebiliriz; metinde, bu anahtar gibi diğer nesneler geçmişin çağrışımlarına dönüşüyor ve onu şimdide kurarak her nesnenin kendi anlamı çerçevesinde parçalı bir geçmiş zaman anlatısı ortaya çıkarıyor.

Çam Pürleriyle Namrun, Nermin Saybaşılı, 136 syf., Metis Yayınları, 2023.
ÇOCUKLUK BÜYÜLÜ BİR DÖNEM

Çocukluk, insan yaşamının en büyülü dönemi dersem hata olmaz sanırım. Çünkü bu zaman zihnin penceresinin dışarıya aralandığı ama o dışın biçimleyici yanının tam olarak içe sızmadığı günleri imler. Bu nedenle her şeye etraftaki büyüklerden daha fazla anlam yüklemeye açığızdır ve bana kalırsa bu dönem zihnimizin kendi dünyasındaki görme biçimine daha yakın bir zamandır. Çocukluk bize her şeyi masallaştırma kabiliyeti verir ve zihnimizin gerçeküstücü yanı daha çok işe koşulur. Saybaşılı’nın geri çağırdığı çocukluk günlerinde de bunu görebiliyoruz örneğin, yazarın dua öğrenmek için gittiği yaşlı kadının zihnindeki belirişine bakalım; "…ruhani bir çemberden çoktan gülmeyi unutmuş bu esmer benizli yorgun kadının bir masaldan fırlamış kadim bilgilere sahip bir büyücü olduğuna inanmıştım. gözümü ondan alamazdım. elindeki değneği her salladığında bir sihir bekler, bahçesinde duran kömür karası kazanın içinden buharlar tüttüğünü gördükçe evrenin depremsi gücünün orada saklı olduğuna inanırdım. bize üçü beşi geçmeyen Arapça dua öğreten o yaşlı kadını hiç unutmadım, öğrettiği duaları da. dua benim için ahşap bir kulübenin yanında, çam ağaçlarının altında birlikte söylenen ve anlamını pek de çözemediğim sihirli bir şiirdir."

Burada gördüğümüz anlamlandırma biçiminin çocukluk zihninin yaşamı, insanları başka türlü gördüğünü göstermek açısından önemli olduğunu düşündüm çünkü çocukluğun geniş düşünce evreni "tuhaftır", akıl dışına daha yakındır ve belki bu nedenle onun dahil edildiği kültür dışında başka bir ülkesi vardır. Kitabın farklı yerlerinde yine bunun yansımasını görebildiğimiz örneklere rastlamak mümkün.

SAATSİZ ZAMANLAR

Çocukluk zamanının saati yoktur hele ki Namrun gibi doğanın yaşamın bir parçası değil kendisi olduğu bir yerdeyseniz. Ayrıca, çocukluk zamanı henüz yetişmeniz ve yetiştirmeniz gereken işlerin yakanıza yapışmadığı, modern zamanın çizgisinin, saatin işleyişinin dışında olan bu nedenle de anların daha doyarak yaşandığı ve hissedildiği bir dönemdir fikrimce. Kitap bana bu açıdan Reha Erdem’in "Beş Vakit" (2006) filmini hatırlattı. Bu filmde de çocukluk zamanı, tüm o sürüp giden hayatta kalma çabasından farklı akıyordu ki filmde tek zaman göstergesi ezandı. Çocukların kayaya uzanıp kaygısızca gökyüzüne baktıkları o sahne, çocukluğun saatsiz zamanının temsiliydi belki ve çocuk karakterlerin filmdeki işlevinin biraz da o zamanı vurgulamak olduğunu düşünmüştüm.

Saybaşılı’nın kitabında da bu durumu görebiliyoruz, çocukluğun o zaman çizgisinde sapaklar yaratan yönünü, kitapta şöyle bahsediliyor: "Zaman çocuklukta farklı akar. daha yavaş daha hızlı. büyüyünce geriye bakışımız, geçmişe bakma isteğimiz biraz da ondan. geçip giden zamanda, kaybedilen anlarda saklı hikâyeleri bulma, hatta mümkünse onları bir kere daha yaşama isteği…"

Çocukluk anılarının yaşam hikayemizin önemli bir kısmını içermesi, daha çok hatırlanabilir olması belki de bu zaman kavrayışıyla ilgili, bu zaman daha döngüsel daha yaşamın kendisiyle uyumlu. Kitap özelinde, anlatılanların geçtiği mekanın da etkisi var çünkü kentin zamanının akışıyla yaylanın zamanının akışı arasında fark var ve başta da bahsettiğimiz gibi hayatın kaygılarının bir yük gibi sırtımıza yüklenmediği zamanlar. Tabii şimdilerde çocuklara çok erken yaşta sorumluluklar yükleniyor ki çocuk işçilik diye bir şeyden söz ediyoruz ancak burada metindeki çocukluk anlarından bahsederken zamanı hâlâ bu açıdan düşünebiliyoruz. En azından kitap, çocukluğa dair, o "kaybedilen", "saklı" hikayeyi buluyor.

HAYALET EVLER

Geçmişin bir şekilde geri çağrılması her zaman güzel anlar demek değil. 'Çam Pürleriyle Namrun' kitabının da böyle anları var ve bu anlar Namrun’un tarihsel hikayesiyle kesişiyor. Metinden anladığımız kadarıyla Namrun, insanların Tarsus’un sıcağından kaçmak için geldikleri, yazın gelip sonra geri döndükleri yer ve onlara "yaylacı" deniyor. Peki, yerli halkı yok mu derseniz metinde şöyle anlatılıyor: "Namrun (Lampron) Kalesi’nin eteklerinde oturan yerleşik halk da sayıca azdı. Ermeniler Namrun’un yerlisiydi, ama kimlikleri telaffuz bile edilmezdi. Kalenin eteklerindeki mahallelerde otururlardı. Özellikle bakırcılık ve kalaycılıkla uğraşırlardı. Hatta anlatıldığına göre o dükkânlardan çıkan metallerin ritimleri çok etkileyiciymiş…" Geçmişi geri getirmek, zamanın her zaman olumlu geri dönüşü anlamına gelmez, özellikle politik anlamda geçmişin şimdide kurulumunun bize söyledikleri vardır. Saybaşılı bahsettiğim kısma, gördüğü bir yayla evinden yola çıkarak varıyor, "yemyeşil pelit ağacının geniş gölgesinde" yaşamı çağrıştıran bir ev bu ama yeşilliğin her türlü canlılığı temsil ettiği yerdeki bu evden şöyle bahsediliyor: "O yeşillikte ilk bir kaplumbağa kabuğu ilişti gözüme. iki katlı evin alt katında bulunan açık mutfağın köşesinde öylece duruyordu. kendi boştu ve bomboş bir evdeydi. evin sakinleri yıllardır yoktu. yoksa kaplumbağalar da mı göçmüştü? peki ya diğer hayvanlar."

Boş bir kaplumbağa kabuğunda solan yaşam imgesinin söylediği şeyler var, canlılığını kaybetmiş, içindeki hayat bitmiş tıpkı sahiplerinin göç ettiğini sezdiğimiz o ev gibi, geriye hayatsız bir kabuk kalmış. Yazar, metnin başka bir yerinde hayaletli evlerin gölgesinde oynanan oyunlardan bahsediyor: "Çocukluğun gel-geçli dünyasından geçip gitmeyen terk edilmiş evler vardı. öyle zamansızca tek başlarına dururlardı. üzgün çok üzgün gelirlerdi gözüme. nedenini niçinini sormadık. çocuktuk hata ettik. sonra çocukluğun üzerinden yıllar geçti. bir çalıştay için gittiğim Ermenistan’da Keğart Manastırı’nı ziyaret etmek için Erivan’ın dışına doğru arabayla yol alırken geçtiğimiz köylerde camlara yansıyan manzara çok tanıdıktı fazla tanıdık… daha önce görüp de defalarca unuttuğum bir rüya gibi bildik…"

Zihnin bir yerinde diriltilmeyi bekleyen geçmişin hikayeleri, onu kazdığımızda ortaya çıkan şey, her zaman neşe vermez ama zamanın fısıltısına kulak verirsek, duyulması isteneni değil duyduğumuzu ortaya koyarsak geçmiş şimdide anlam kazanır. Böylece, geçmişin kolektif belleğine eklenen, acı veren yaşanmışlıklarını görebilir, kitap ekseninde o eski evlerde yaşamaya devam eden hayaletlerin de sesini duyabiliriz.

Nermin Saybaşılı’nın, Metis Yayınları tarafından basılan 'Çam Pürleriyle Namrun' kitabı, bir yandan deneyimlerin yok olup gitmediğini, onları geri çağırdığımız sürece orada bir yerde durduklarını, geçmiş anların insanın kendi hikayesine eklenen yanlarının söyleyebileceklerini düşündürürken diğer taraftan yer yer kültürel belleğe eklenen imgelerle bir geçmiş zaman kazısı yaptırıyor. Singer dikiş makinesi, uçuşan beyaz perdeler, iğne oyaları, telli mutfak dolapları hem hatırlatıcı işlevi görüyor hem de okurken sizi kendi çocukluk zamanınıza götürebiliyor. "Gökyüzü gibi" bir çocukluk, oyunlar, büyüler, masallar, hikayeler ve o zamanlar farkında olunmayan ama şimdi açığa çıkarılıp anlamlandırılan geçmişin hayaletleri, hepsine metinde yer var ve zaman kuyusundan hikâyeyi çekip almak okura kalıyor.

1. Çev. Betül Parlak, s. 16 Kanat Kitap, 2006.

Tüm yazılarını göster