Bu ara birçok bakımdan 'kötülük'e takılmış durumdayım. Nereye baksam çok çeşitli şekillerde kötülük görüyorum. İnsanlar fiilen kötülük yaptığı gibi, hiçbir şey yapmayarak da kötülük yapıyorlar. Düşünün; bir adam bir kadını ulu orta bir yerde sayısız kere bıçaklıyor ve kimse müdahale etmiyor. Kötülük bu kadar büyük olaylar biçiminde olmak zorunda da değil üstelik. Kim bilir gün içinde kötülüğün kaç türlüsünü görüyoruz da üzerine düşünmüyoruz bile? Oysa biz üzerine düşünmedikçe kötülük üremek için meydanı boş buluyor ve o üredikçe biz alışıyoruz. Kötülük böyle böyle meşrulaşıyor.
Sayısı pek ama pek az olan bazı iyi insanları bu ara kendini ve yaptıklarını sorgularken görüyorum. Bu insanlar kısıtlı imkanlarla onca işlerinin ve güçlerinin arasında bir şekilde toplumsal kaygılarla toplumsal katkılarda bulunmaya çalışıyorlar. O dernek toplantısı senin, bu dava benim, o yardım projesi senin bu eylemler, yazılar vs. benim derken koşturup duruyorlar ve hepsi fazlasıyla yorulmuş durumda. Bu yorulmanın sebebi emin olun koşturmaktan değil aslında, kötülüğün her yeri ve her şeyi ele geçirdiğini düşünmekten kaynaklı.
Bir bu kadar da, tüm olan bitenlerden kendisini sorumlu hisseden ve iyi bir şeyler yapmaya çalışan bu insanlara, “Ne uğraşıyorsun bu işlerle, boş işler bunlar, bu ülkeden bir b.k olmaz” diyen çok bilmiş 'uyanık' insanla karşılaşıyorum. Yaptığının kötülük olduğunun ayırdına varamayan, kendini çok akıllı, karşısındaki o iyi insanı da aptal ve enayi zanneden zavallı kişiler bu kişiler.
Benim bildiğim; hayatta her şeyin politik olduğu. Bu kötülük illa ki siyasi kılıkla gelmiyor önümüze, ikili veya sosyal ilişkilerle de geliyor. İnsanlar inceliklerinden soyunmuş durumdalar. “Teşekkür”ler ya da “özür dilerim”ler parayla satılıyor sanki. Dostluklar biri birinden “bir şey” isteyene veya isteyip de alamayana kadar sürüyor ve bazı gülümsemeler öyle yapay ki, insanın o gülümsemeyi karşısındakinin suratından eliyle söküp alası geliyor. Ve bence ikili/sosyal ilişkilerin yozlaşmasındaki bu artış tamamen politik.
Bu gördüklerim çok fazla ve ağır geliyor bana. Acaba üzerine bu kadar çok düşündüğüm için mi diye sorarken 20'nci yüzyılın ünlü filozoflarından Hannah Arendt ile karşılaştım. Esasında, dünyada aşırı sağın yükselişiyle birlikte son dönemlerde adını sıkça duyduğumuz bir filozof Hannah Arendt. Almanya’da doğmuş ve Hitler döneminde Yahudi olduğu için yaşadığı türlü zorluklar sebebiyle Fransa’ya göçmek zorunda kalmış, orada da gaz odalarından kıl payı kurtularak Amerika’ya kaçmak zorunda kalmış biri. Sonrasında hem Amerikan vatandaşı hem de profesör oluyor ve başta Totaliterizmin Kökenleri olmak üzere çok önemli kitaplar bırakıyor arkasında.
“Kötülüğün Sıradanlığı”nda üst düzey bir Nazi olan Adolf Eichmann’ın yıllar sonra İsrail’de yargılandığı davayı izlemeye gittiğinde edindiği izlenimleri yazdığı bir kitap Arendt’in. Davayı izledikten sonra Arendt; “Davadan önce, bunca kötülüğü yapabildiğine göre oldukça tuhaf, hatta canavarımsı birini beklerken karşımda son derece sıradan basit bir insan buldum” diyor. Eichmann’ın ısrarla ve ısrarla o insanları kendisinin öldürmediğini, yalnızca Hitler’in emrini yerine getirdiğini ifade etmesi, Arendt’i daha evvel üzerine hiç düşünülmemiş bir boyut üzerine geniş çaplı düşünmeye yöneltiyor.
Arendt; Eichmann ve benzerlerinin esasında 'birey' olmayı becerememiş, 'yargı yetisi'nden yoksun, dolayısıyla iyi ile kötüyü düşünerek kendi kendine ayırt edebilme yetisine de sahip olmayan, sürüye ve kendisine söylenene/emredilene uyarak yaşayan ve tam da bu sebepten fazlasıyla tehlikeli kişiler olduğunu belirtiyor.
Prof. Dr. Tülin Bumin; Hannah Arendt’i anlatırken çarpıcı bir felsefi soruyla başlıyor konuşmasına: Bir uçurumun kenarında, kimsenin olmadığı bir yerde –Tanrının bile- birini uçurumdan itmememizin nedeni nedir?
Yurttaş filozof Sokrates şöyle cevap veriyor: Eve gittiğimde bir katille yaşamak istemiyor olmam.
Sanırım, bugünlerde hepimiz uzun uzun bu cevap üzerine düşünmeliyiz. Neyi ne için yaptığımızı ya da yapmadığımızı, yargı yetimiz olup olmadığını, iyi ile kötüyü gerçekten ayırt edip etmediğimizi…
Arendt’e göre (bana göre de), yargı yetisi politik, toplumsal, sosyal bir yeti. Kamusal alanda, insanlarla bir arada olmaktan kaynaklanan bir yeti. Tek başına olduğunuzda bu yeti köreliyor. İnsanlarla iletişim halinde olduğunuzda, bir araya geldiğinizde, birlikte karar vermeye çalıştığınızda, konuştuğunuzda, anlamaya çalıştığınızda, empati yaptıkça gelişen bir yeti. Bu sebeple çok uzun süre tek başına kalan ya da bencil olan, iletişim ve empati kuramayan/kurmaya yeltenmeyen kişilerde bu yeti köreliyor. Geriye sadece “Führer’in yankılanan sesi” kalıyor.
Oysa burada önemli olan kendi kendinize kaldığınızda duyduğunuz ses. Biz ona halk arasında vicdanın sesi diyoruz ama aslında vicdan çok romantik kalıyor. Oysa bu ses son derece gerçekçi bir ses. İçinizdeki tanığın sesi. Bu bir “ahlak” meselesi. O sesten kaçtığınız, o sesi duymadığınız ya da duymamazlıktan geldiğiniz her an aslında siz ahlakını yitirmiş bir kişi oluyorsunuz, yani ahlaksız oluyorsunuz.
Arendt; dinin de, edebiyatın da kötülüğü derinlikli hale getirdiğini, kötülüğün esasında son derece yüzeysel bir kavram olduğunu belirtiyor. Bu sebeple, belirli durumlarda, kötülüğün mantar gibi yayıldığını, yargı yetisinin ortadan kalktığını, içindeki tanığın sustuğunu ve neticede herkesin kendi çıkarı peşinde koştuğunu ifade ediyor.
Ne kadar tanıdık öyle değil mi?
Hannah Arendt, Eichmann’ın yargı yetisi olmayan, sadece Hitler’in emirlerini uygulayan, bu sebeple yaptığı şeyin kötü bir şey olduğunun bile farkında olmayan biri olduğunu söylediğinde, tüm dünya tarafından linç edilmişti. Oysa, Arendt, Eichmann’ın kötülük yapmadığını söylememişti. Fakat sonradan kendini açıklayabilme şansı oldu ve bugün onun bu “kötülüğün sıradanlığı” kavramını bizzat yaşayarak anlıyoruz ve hislerimize tercüman olduğu için de kendisine minnettarız. Arendt; yargı yetisini yitirmiş, birey olamayan, iyi ile kötüyü ayırt edemeyecek kadar mekanikleşmiş, içindeki tanığı susturmuş bu kişilerin; hiçbir şey yapmayarak, fiili kötülüğe karşı çıkmayarak, susarak, görmezlikten gelerek yahut kaçarak düpedüz kötülük yaptığını ifade etmektedir. Burada devreye kamusal alanda sorumluluk duygusu girmektedir ve bu sorumluluk duygusu tamamen yurttaşlıkla ilgilidir.
Yazının başına geri dönelim. Öncelikle kendinizi ve sonra gün içerisinde karşılaştıklarınızı, okuyup izlediklerinizi bir de 'kötülüğün sıradanlığı' çerçevesinde ele alıp evirin çevirin bakalım hangi sesi duyacaksınız? Führer’in sesini mi yoksa içinizdeki tanığın mı?