Geriye kalan hep anlardır

Anderson hayali sokak isimleri ve kahramanların hiç değiştirmediği kıyafetler eşliğinde masalsı ve teatral bir atmosfer yaratırken bize hep zamanın durduğu o anları hatırlatır gibidir. Ve kendi hayatımızdakileri hatırlamanın gerekliliğini.

Karin Karakaşlı yazar@gazeteduvar.com.tr

Etkileyici filmler aslında kurguda absürtlüğün tartışmasız birincisi olan hayata özenir. Zira hayat, yazıldığında tuhaf ve abartı kaçacak gerçekliklerin kaynağıdır. Ve geriye aslında hep anlar kalır. Zamanın durduğu anlar. Tıpkı unutamadığımız filmlerdeki kimi sahneler gibi.

Wes Anderson’ın filmleri o sahnelerden bahşeder işte bize. Tadımlık hayat parçacıkları… Kendi hayatımızdaki anları hatırlamaya zorlayan bir yoğunluk. The Royal Tenenbaums (Tenenbaum Ailesi) öylesi filmlerindendi. Hiç gözümün önünden gitmedi.

Kurduğu dünyanın biricikliğini, her biri başrolde oynayacakları filmler için kılı kırk yararken, her seferinde onun eserinde yer almaya can atan sıra dışı cast’ında bile yakalamak mümkün. Öyle ya, Gene Hackmen, Bill Murray, Anjelica Houston, Gwneth Paltrow, Ben Stiller, Luke Wilson ve Owen Wilson kardeşleri bir araya getirmek ve her birini tiplemelerinde eşdeğer özgünlükte kılmak her yönetmenin harcı değil. Öte yandan hayatta da öyle değil mi ama? Hepimiz, farklı zamanlarda ilişkiler dinamiği içinde başrole fırlar ya da karşımızdakinin beklenmedik hamlesiyle afallarız.

Anderson bir hikâye anlatıcısı. Bir atmosfer yaratıcısı. O kadar ki, tarzı ne kadar farklı olsa onun filmlerini bir üsluptan yakalarsınız. Pastel tonlar, fotoğraflık çerçeveler, müziğin sıra dışı ve adeta başrolde kullanımı, kısacık, yoğun diyaloglar, çok riskli olsa da handiyse karikatür olabilecek tipler yaratıp duyguyu iliklere geçirtme kabiliyeti (seçtiği ve neredeyse her filminde fetiş haline getirdiği oyuncuların klasıyla doğru orantılı olarak elbette) ve gayet riskli sayılabilecek bir anlatıcı ses ya da kitap bölümlemesi kurgusu. The Tenenbaums ve The Grand Budapeşte Hotel için geçerlidir bu ortaklıklar.

Ve elbette aile dediğimiz kavramla, toplumla, sorgulamasız kabul eder göründüğümüz düzenle büyük derdi vardır Anderson’ın. Kara mizahla hepsinin intikamını alır bir solukta. Nefessiz kalırsınız. Aile her ne olursa olsun ayakta kalan ve felaketler karşısında sığınılan bir yapı değildir Wes Anderon’da. Tam tersine, dünyanın çığırdan çıkışı önce buradaki çatlaklarda gösterir kendisini. Tenanbaum ailesi de çatlamıştır. Bencil ve sorumsuz bir hayat sürmüş olan, başarılı avukatlık kariyerini karıştığı sahtekârlıkla noktalayan baba Royal Tenanbaum (Gene Hackmen), yıllardır ayrı yaşadığı eşi Etheline’i (Anjelica Houston) ve çocuklarını kaybetmiştir. Küçükken her biri ayrı alanlarda çok özel yeteneklere sahip olan ve dahi olarak yetiştirilen çocukları da babalarının yokluğunda annelerinin bütün çabasına karşın hayat içinde savrulmuştur. Küçücük yaşında gayrimenkul dâhisi olan Chas (Ben Stiller) uçak kazası sonucu kaybettiği eşinin ardından çocukları Ari ve Uzo için obsesif bir güvenlik takıntısı geliştirmiş, en sonunda da annesinin yanına dönmüştür. Ailenin evlatlık üvey kızı Margot (Gwyneth Paltrow), okulun dokuzuncu sınıfındayken oyun yazarı olarak ödüller kazanmış, gerçek ailesini bulmak için çıktığı yolculuğun sonunda elinin bir parmağını kaybetmiş ve nörolog eşi Raleigh St. Clair’in (Bill Murray) yanında saatlerce arka arkaya içtiği sigaralar eşliğinde kendini banyoya kilitlediği haftaların sonunda ağır bir depresyon eşliğinde soluğu annesinin yanında almıştır. Ve nihayet tenisin yıldız ismi olmuş olan Ritchie, Margot’nun evlendiği günün ertesinde çıktığı şampiyonluk maçında sinir krizi geçirip yenilmiş, tenisi bıraktıktan sonra uzun bir yolculuğa çıkmış, şimdi de yıllar sonra yalnız bir adam olarak eve dönmüştür. Küçükken birbirlerine çok yakın olan Ritchie ve Margot aslında birbirine âşıktır. Ve bu aşkın yadsınamaz varlığı, ikisinin de baş edemediği bir travmadır.

YALANIN ARDINDAKİ HAKİKAT

Bir gün baba Tenenbaum, aile üyelerine kendisinin ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve son günlerini ailesiyle birlikte geçirmek istediğini söyler. Aslında parasız kaldığı için 22 yıldır yaşadığı lüks otelden atılmıştır ve kalacak bir yere ihtiyacı vardır. Ama yokluğunda ihanet ve yenilgilerden geçmiş çocuklarıyla ve torunlarıyla bağ kurdukça, oyun aslında gerçeğe dönüşür. Royal Tenenbaum bencilliğinden sıyrılıp iyi olabilmeyi tadar.

Anderson’ın gösterdiği tam da budur; sıradan ve zaaflı insanın içindeki iyilik. Ve o iyilik eşliğinde katlanılır hale gelen, güzelleşen hayat. Hayatın gerçek anlamına layık olan insan. Ve bu inanç bize çok iyi gelir. Hem de bütün acıya rağmen.

Ve o acılardan elbet çok vardır. Ritchie’nin içine gömdüğü ve hayatını tepetaklak ettiği aşka katlanamayıp tıraş olduğu ve ‘Needle in the Hay’ şarkısı eşliğinde kollarını jiletleyip intihara kalkıştığı sahneyi tek başına izleyin. Çarpılırsınız. Çünkü Ritchie, aynadaki aksine ve bize bakıp “Yarın kendimi öldüreceğim” demiş ve hemen sonrasında kendini jiletlemiştir. Kendinizi “Hani yarın yapacaktın?” diye sorarken yakalarsınız. O kadar yakındır Ritchie. O kadar çaresiziz birlikte. Sonra Chas, kardeşini sorguladığında ve hiç okunmayan bir intihar mektubu olduğunu öğrendiğinde “Karanlık bir şey miydi?” diye sorunca Ritchie’nin yanıtıyla gülümsersiniz çünkü hayat trajikomiktir işte: “Elbette karanlık. Sonuçta bir intihar mektubu.”

Anderson hayali sokak isimleri ve kahramanların hiç değiştirmediği kıyafetler eşliğinde masalsı ve teatral bir atmosfer yaratırken bize hep zamanın durduğu o anları hatırlatır gibidir. Ve kendi hayatımızdakileri hatırlamanın gerekliliğini.

İntihar sonrası Margot ve Ritchie, Ritchie’nin odanın ortasında duran ve içinde uyuduğu o sarı çadırında yüzleşir. Çocukluklarının sığınağında. Kendi çadırlarımızı hatırlarız. Çadırcılık çocukluğa dairdir ama bu yetişkinler bir yanlarıyla zaten hiç büyüyememiştir.

Wes Anderson’la senaryoyu birlikte yazan ve Ritchie’nin yakın en yakın arkadaşı olan yazar Eli Cash’i canlandıran Owen Wilson, gerçek hayattaki kardeşi Luke Wilson’la karşılıklı oynarken bambaşka bir kimya ortaya çıkar. Aşka benzer. Çünkü çok sınavdan geçmiş dostluk da aşkın diğer adıdır.

FAŞİZME KARŞI BİREYİN MÜCADELESİ

The Grand Budapest Hotel’e geldiğimizde yine aşkla bağlı iki insanla karşılaşırız. Hayatını adı geçen otele adamış resepsiyonist Gustave H (Ralph Fiennes) ve bell boy olarak yetiştirdiği göçmen Zero Moustafa’ya (Tony Revolori/F. Murray Abraham). Yine hayali bir mekân vardır; Republic of Zubrowka Cumhuriyeti. Ama Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki o yıllarda burası aslında tekmil Avrupa’dır gözümüzde. Faşizmin sinsice sıradanlaştığı ve insan ilişkilerine sirayet ettiği bir zamanda birbirine ihanet etmeyen iki insanla sarmalanırız. İki savaş arasındaki dönemi ve dünyanın yeniden çığırından çıkışını yaşadıktan sonra memleketinden uzaklara sürgüne giden ve eşiyle birlikte canına kıyan yazar Stefan Zweig’tan esinlenerek kaleme aldığı senaryosunda Wes Anderson, zengin, yaşlı ve yalnız kadınlara kur yaparak bir hayat inşa eden Gustave H’nin Moustafa ile kurabildiği sahici ilişkiye odaklanır. Yine katmanlar içinde anlatılır hikâye. 1985’te ‘The Grand Budapest Hotel’ kitabının yazarı arka plan hikâyesini torununa anlatırken, kitabın basıldığı 1968’de yazarın heykelini ziyaret eden genç bir kadın kitabı okumaya başlar. Bir zamanların lüks oteli o yıllarda artık kaderine terk edilmiştir. Yazar, (Jude Law) otelin o yıllardaki sahibi M. Zero Moustafa’yla tanışıp bu tarihi mekânın ve Moustafa’yı yetiştiren efsanevi konsiyerj Gustave H.’nin 1932’de başlayan hikâyesini dinler. Anlatılan, aynı zamanda faşizme yenik düşmüş Avrupa’nın ve kaybedilmiş uygarlığın hikâyesidir.

Büyük servet sahibi Madame Céline Villeneuve Desgoffe-und-Taxis’in (Tilda Swinton) güvenini kazanarak vasisi ilan edilen Gustave H., kadının şüpheli ölümü üzerine bütün oyunun kurucusu Madame Taxis’in oğlu Dimitri (Adrien Brody) tarafından cinayetle suçlanır. Hapse giren ve birkaç mahkumla birlikte kaçan Gustave H., masumiyetini kanıtlamak ve itibarını kazanmak için arkadaşı Moustafa ve Moustafa’nın fırıncı sevgilisi Agatha (Saoirse Ronan) eşliğinde maceradan maceraya atılır. Arka planda ise sınırlar değişmekte, despotizm hükmü eline almaktadır. İki farklı savaş sırasında aynı yerden trenle geçerken askerlerin Moustafa’ya saldırdığını gören Gustave H., “Göçmen diye onu tutuklayamazsınız. Yanlış bir şey yapmadı. Çekin elinizi arkadaşımın üzerinden” diye haykırdığında baskı rejimlerine karşı bireyin verebileceği küçücük ama anlamlı karşılıkla sarsılırız. Ve arkadaşını kurtarmak için ilkinde yumruk, zamanlar daha da kötüleşince kurşun yiyen Gustave H.’nin şahsında Moustafa’nın söylediği sözde buluruz dünyanın halini: “Bir zamanlar insanlık olarak bilinen bu barbar mezbahada demek ki halen solgun da olsa biraz medeniyet pırıltısı kalmış. O da bunlardan biriydi. Başka ne diyebilirim ki…”

O pırıltıyı çoğaltmak, yeniden ışığa kavuşmak içindir bütün bu mücadele. Unutamadığımız her an o ışığa, o anlama dairdir. Hikâyelerimize sarılır, beyhudelik ve kötülüğün içerisinde kendi varlık sebebimizi ararız. Wes Anderson bunları ve çok daha fazlasını anlatır. İyi gelir bize, çoğul yalnızlığımızı tasdik edişinde…

Tüm yazılarını göster