Etkileyici filmler aslında kurguda absürtlüğün tartışmasız
birincisi olan hayata özenir. Zira hayat, yazıldığında tuhaf ve
abartı kaçacak gerçekliklerin kaynağıdır. Ve geriye aslında hep
anlar kalır. Zamanın durduğu anlar. Tıpkı unutamadığımız
filmlerdeki kimi sahneler gibi.
Wes Anderson’ın filmleri o sahnelerden bahşeder işte bize.
Tadımlık hayat parçacıkları… Kendi hayatımızdaki anları hatırlamaya
zorlayan bir yoğunluk. The Royal Tenenbaums (Tenenbaum Ailesi)
öylesi filmlerindendi. Hiç gözümün önünden gitmedi.
Kurduğu dünyanın biricikliğini, her biri başrolde oynayacakları
filmler için kılı kırk yararken, her seferinde onun eserinde yer
almaya can atan sıra dışı cast’ında bile yakalamak mümkün. Öyle ya,
Gene Hackmen, Bill Murray, Anjelica Houston, Gwneth Paltrow, Ben
Stiller, Luke Wilson ve Owen Wilson kardeşleri bir araya getirmek
ve her birini tiplemelerinde eşdeğer özgünlükte kılmak her
yönetmenin harcı değil. Öte yandan hayatta da öyle değil mi ama?
Hepimiz, farklı zamanlarda ilişkiler dinamiği içinde başrole fırlar
ya da karşımızdakinin beklenmedik hamlesiyle afallarız.
Anderson bir hikâye anlatıcısı. Bir atmosfer yaratıcısı. O kadar
ki, tarzı ne kadar farklı olsa onun filmlerini bir üsluptan
yakalarsınız. Pastel tonlar, fotoğraflık çerçeveler, müziğin sıra
dışı ve adeta başrolde kullanımı, kısacık, yoğun diyaloglar, çok
riskli olsa da handiyse karikatür olabilecek tipler yaratıp duyguyu
iliklere geçirtme kabiliyeti (seçtiği ve neredeyse her filminde
fetiş haline getirdiği oyuncuların klasıyla doğru orantılı olarak
elbette) ve gayet riskli sayılabilecek bir anlatıcı ses ya da kitap
bölümlemesi kurgusu. The Tenenbaums ve The Grand Budapeşte Hotel
için geçerlidir bu ortaklıklar.
Ve elbette aile dediğimiz kavramla, toplumla, sorgulamasız kabul
eder göründüğümüz düzenle büyük derdi vardır Anderson’ın. Kara
mizahla hepsinin intikamını alır bir solukta. Nefessiz kalırsınız.
Aile her ne olursa olsun ayakta kalan ve felaketler karşısında
sığınılan bir yapı değildir Wes Anderon’da. Tam tersine, dünyanın
çığırdan çıkışı önce buradaki çatlaklarda gösterir kendisini.
Tenanbaum ailesi de çatlamıştır. Bencil ve sorumsuz bir hayat
sürmüş olan, başarılı avukatlık kariyerini karıştığı sahtekârlıkla
noktalayan baba Royal Tenanbaum (Gene Hackmen), yıllardır ayrı
yaşadığı eşi Etheline’i (Anjelica Houston) ve çocuklarını
kaybetmiştir. Küçükken her biri ayrı alanlarda çok özel yeteneklere
sahip olan ve dahi olarak yetiştirilen çocukları da babalarının
yokluğunda annelerinin bütün çabasına karşın hayat içinde
savrulmuştur. Küçücük yaşında gayrimenkul dâhisi olan Chas (Ben
Stiller) uçak kazası sonucu kaybettiği eşinin ardından çocukları
Ari ve Uzo için obsesif bir güvenlik takıntısı geliştirmiş, en
sonunda da annesinin yanına dönmüştür. Ailenin evlatlık üvey kızı
Margot (Gwyneth Paltrow), okulun dokuzuncu sınıfındayken oyun
yazarı olarak ödüller kazanmış, gerçek ailesini bulmak için çıktığı
yolculuğun sonunda elinin bir parmağını kaybetmiş ve nörolog eşi
Raleigh St. Clair’in (Bill Murray) yanında saatlerce arka arkaya
içtiği sigaralar eşliğinde kendini banyoya kilitlediği haftaların
sonunda ağır bir depresyon eşliğinde soluğu annesinin yanında
almıştır. Ve nihayet tenisin yıldız ismi olmuş olan Ritchie,
Margot’nun evlendiği günün ertesinde çıktığı şampiyonluk maçında
sinir krizi geçirip yenilmiş, tenisi bıraktıktan sonra uzun bir
yolculuğa çıkmış, şimdi de yıllar sonra yalnız bir adam olarak eve
dönmüştür. Küçükken birbirlerine çok yakın olan Ritchie ve Margot
aslında birbirine âşıktır. Ve bu aşkın yadsınamaz varlığı, ikisinin
de baş edemediği bir travmadır.
YALANIN ARDINDAKİ HAKİKAT
Bir gün baba Tenenbaum, aile üyelerine kendisinin ölümcül bir
hastalığa yakalandığını ve son günlerini ailesiyle birlikte
geçirmek istediğini söyler. Aslında parasız kaldığı için 22 yıldır
yaşadığı lüks otelden atılmıştır ve kalacak bir yere ihtiyacı
vardır. Ama yokluğunda ihanet ve yenilgilerden geçmiş çocuklarıyla
ve torunlarıyla bağ kurdukça, oyun aslında gerçeğe dönüşür. Royal
Tenenbaum bencilliğinden sıyrılıp iyi olabilmeyi tadar.
Anderson’ın gösterdiği tam da budur; sıradan ve zaaflı insanın
içindeki iyilik. Ve o iyilik eşliğinde katlanılır hale gelen,
güzelleşen hayat. Hayatın gerçek anlamına layık olan insan. Ve bu
inanç bize çok iyi gelir. Hem de bütün acıya rağmen.
Ve o acılardan elbet çok vardır. Ritchie’nin içine gömdüğü ve
hayatını tepetaklak ettiği aşka katlanamayıp tıraş olduğu ve
‘Needle in the Hay’ şarkısı eşliğinde kollarını jiletleyip intihara
kalkıştığı sahneyi tek başına izleyin. Çarpılırsınız. Çünkü
Ritchie, aynadaki aksine ve bize bakıp “Yarın kendimi öldüreceğim”
demiş ve hemen sonrasında kendini jiletlemiştir. Kendinizi “Hani
yarın yapacaktın?” diye sorarken yakalarsınız. O kadar yakındır
Ritchie. O kadar çaresiziz birlikte. Sonra Chas, kardeşini
sorguladığında ve hiç okunmayan bir intihar mektubu olduğunu
öğrendiğinde “Karanlık bir şey miydi?” diye sorunca Ritchie’nin
yanıtıyla gülümsersiniz çünkü hayat trajikomiktir işte: “Elbette
karanlık. Sonuçta bir intihar mektubu.”
Anderson hayali sokak isimleri ve kahramanların hiç
değiştirmediği kıyafetler eşliğinde masalsı ve teatral bir atmosfer
yaratırken bize hep zamanın durduğu o anları hatırlatır gibidir. Ve
kendi hayatımızdakileri hatırlamanın gerekliliğini.
İntihar sonrası Margot ve Ritchie, Ritchie’nin odanın ortasında
duran ve içinde uyuduğu o sarı çadırında yüzleşir. Çocukluklarının
sığınağında. Kendi çadırlarımızı hatırlarız. Çadırcılık çocukluğa
dairdir ama bu yetişkinler bir yanlarıyla zaten hiç
büyüyememiştir.
Wes Anderson’la senaryoyu birlikte yazan ve Ritchie’nin yakın en
yakın arkadaşı olan yazar Eli Cash’i canlandıran Owen Wilson,
gerçek hayattaki kardeşi Luke Wilson’la karşılıklı oynarken
bambaşka bir kimya ortaya çıkar. Aşka benzer. Çünkü çok sınavdan
geçmiş dostluk da aşkın diğer adıdır.
FAŞİZME KARŞI BİREYİN MÜCADELESİ
The Grand Budapest Hotel’e geldiğimizde yine aşkla bağlı iki
insanla karşılaşırız. Hayatını adı geçen otele adamış resepsiyonist
Gustave H (Ralph Fiennes) ve bell boy olarak yetiştirdiği göçmen
Zero Moustafa’ya (Tony Revolori/F. Murray Abraham). Yine hayali bir
mekân vardır; Republic of Zubrowka Cumhuriyeti. Ama Birinci ve
İkinci Dünya Savaşı arasındaki o yıllarda burası aslında tekmil
Avrupa’dır gözümüzde. Faşizmin sinsice sıradanlaştığı ve insan
ilişkilerine sirayet ettiği bir zamanda birbirine ihanet etmeyen
iki insanla sarmalanırız. İki savaş arasındaki dönemi ve dünyanın
yeniden çığırından çıkışını yaşadıktan sonra memleketinden uzaklara
sürgüne giden ve eşiyle birlikte canına kıyan yazar Stefan
Zweig’tan esinlenerek kaleme aldığı senaryosunda Wes Anderson,
zengin, yaşlı ve yalnız kadınlara kur yaparak bir hayat inşa eden
Gustave H’nin Moustafa ile kurabildiği sahici ilişkiye odaklanır.
Yine katmanlar içinde anlatılır hikâye. 1985’te ‘The Grand Budapest
Hotel’ kitabının yazarı arka plan hikâyesini torununa anlatırken,
kitabın basıldığı 1968’de yazarın heykelini ziyaret eden genç bir
kadın kitabı okumaya başlar. Bir zamanların lüks oteli o yıllarda
artık kaderine terk edilmiştir. Yazar, (Jude Law) otelin o
yıllardaki sahibi M. Zero Moustafa’yla tanışıp bu tarihi mekânın ve
Moustafa’yı yetiştiren efsanevi konsiyerj Gustave H.’nin 1932’de
başlayan hikâyesini dinler. Anlatılan, aynı zamanda faşizme yenik
düşmüş Avrupa’nın ve kaybedilmiş uygarlığın hikâyesidir.
Büyük servet sahibi Madame Céline Villeneuve
Desgoffe-und-Taxis’in (Tilda Swinton) güvenini kazanarak vasisi
ilan edilen Gustave H., kadının şüpheli ölümü üzerine bütün oyunun
kurucusu Madame Taxis’in oğlu Dimitri (Adrien Brody) tarafından
cinayetle suçlanır. Hapse giren ve birkaç mahkumla birlikte kaçan
Gustave H., masumiyetini kanıtlamak ve itibarını kazanmak için
arkadaşı Moustafa ve Moustafa’nın fırıncı sevgilisi Agatha (Saoirse
Ronan) eşliğinde maceradan maceraya atılır. Arka planda ise
sınırlar değişmekte, despotizm hükmü eline almaktadır. İki farklı
savaş sırasında aynı yerden trenle geçerken askerlerin Moustafa’ya
saldırdığını gören Gustave H., “Göçmen diye onu tutuklayamazsınız.
Yanlış bir şey yapmadı. Çekin elinizi arkadaşımın üzerinden” diye
haykırdığında baskı rejimlerine karşı bireyin verebileceği küçücük
ama anlamlı karşılıkla sarsılırız. Ve arkadaşını kurtarmak için
ilkinde yumruk, zamanlar daha da kötüleşince kurşun yiyen Gustave
H.’nin şahsında Moustafa’nın söylediği sözde buluruz dünyanın
halini: “Bir zamanlar insanlık olarak bilinen bu barbar mezbahada
demek ki halen solgun da olsa biraz medeniyet pırıltısı kalmış. O
da bunlardan biriydi. Başka ne diyebilirim ki…”
O pırıltıyı çoğaltmak, yeniden ışığa kavuşmak içindir bütün bu
mücadele. Unutamadığımız her an o ışığa, o anlama dairdir.
Hikâyelerimize sarılır, beyhudelik ve kötülüğün içerisinde kendi
varlık sebebimizi ararız. Wes Anderson bunları ve çok daha
fazlasını anlatır. İyi gelir bize, çoğul yalnızlığımızı tasdik
edişinde…