“Güzel Bir Sabah”, çok ağır mevzulara giriyor kağıt üstünde bakınca. Ama film bittiğinde hayata, aşka ve ölüme dair düşüncelerimiz hafifliyor, hayatın içinde sadeleşiyor!
Fransa sinemasının yeni değerlerinden Mia Hansen-Løve’un geçen yıl Cannes’da “Yönetmenlerin On Beş Günü” bölümünde yarışan ve en iyi Avrupa filmi seçilen “Güzel Bir Sabah” (Un beau matin) filmi bir “MUBI Türkiye sunumu” olarak gösterimde. Bill Fay’in “Geriye aşk kalacak/ Bilgi yitip gittiğinde” şarkısıyla son jenerik akıp giderken, yaklaşık iki saat boyunca, ölüme, aşka, aileye, hayatta kalmaya ve kardeşliğe dair çok dokunaklı bir hikaye izlediğimizi fark ediyoruz.
Filmin bu final şarkısı, ana karakterimiz Sandra’nın sevgilisi Clement ve kızı Linn’in mutlu bir anında devreye girse de, asıl ilhamını Georg Kienzler’den alıyor kanımca. Sandra’nın bir tür demans hastalığından mustarip babası olan Georg, felsefe profesörü. Hayatını bilgiye, bilime, düşünmeye adamış bu adamın yalnızca geçmişini değil, görmeyi de unutmaya başlaması bilginin yitip gittiği yerde, “geriye kalanın sadece aşk” olacağını gösteriyor bizlere çünkü! Kienzler’in, unutmaya başladığı için bitiremediği hatıra kitabının adı olarak düşündüğü “Güzel Bir Sabah”, bütün bir hayata dair ironiye dönüşüyor böylece.
Filmin ana karakteri Sandra beş yıl önce eşini kaybetmiş, 8-10 yaşlarındaki kızı Linn ile birlikte yaşayan, tercüman olarak hayatını kazanan bekar bir anne. Bir yandan da babası Georg’un hastalığıyla yakından ilgilenmek zorunda. Georg’un sevgilisi Leila da yaşlılık ve hastalıkla uğraşmak zorunda kalınca baba için uygun bir bakım evi aranıyor. Georg’un boşandığı eşi Françoise, diğer kızı Elodie da sürece dahil oluyor ama Paris’te rahatlıkla yerleştirebilecekleri bir mekan bulmak çok zor. Sandra tam da bu günlerde yakın arkadaşı olan ama bir süredir çok sık göremediği Clement ile karşılaşıyor. İkili arasında cinsel çekimle başlayan ilişki, zamanla birbirlerinden kopamayacakları bir aşka dönüşüyor. Ancak sorun şu ki, Clement evli ve çocuklu! Bir iki ayrılık denemesinden sonra ikili kopamayacaklarını anlar, ama ilk başlarda işin içinden de çıkamaz.
Mia Hansen-Løve, senaryosunu da kaleme aldığı filmde, yukarıda kısa özetini anlatmaya çalıştığım olayları o kadar incelikle ve hayatın parçası haline getirerek anlatıyor ki, yaşananların ağırlığına rağmen ‘işte hayat bu’ demekten başka bir şey kalmıyor geriye. “Artık bizden geçti aşk” diye düşünürken tanıştığımız Sandra, zorlu bir tercihin, sıkıntılı bir sürecin ardından yeniden özel bir şeyler yaşayabileceğini fark ederken bütün bu süreç bugünün günlük hayatına içkin hale gelmiş “bir ilişkiyi yürütmek ne kadar zor” cümlesinden oldukça uzak gelişiyor. Üstelik hiç de kolay değil Sandra ve Clement’in yaşadıkları. Hayal kırıklıkları, beklentilerin boşa çıkması vb. zor bir zaman geçiriyor aslında Sandra. Üstelik bütün bunlar olurken, Linn ile olan ilişkisindeki iniş çıkışları da kontrol etmek, düzene koymak zorunda.
Kuşkusuz en zor olanı ise babasının durumuyla baş edebilmek. Bir yandan onun birikimindeki bir adamın günden güne bütün geçmişini unutmaya başlamasının, çevresindekileri dahi göremeyecek hale gelmesinin yarattığı mutsuzluk, diğer taraftan da yaşlılık ve ölümün kol gezdiği bakım evleri. Burada tuhaf bir ironi de var. Eşinin ölümünün yasını uzun süredir tutan Sandra, babasının ölüme doğru gittiği bu süreçte başka türlü bir yas sürecine giriyor ve ilkini bitiriyor adeta. Babasıyla, onun kitaplarıyla kurduğu ilişki onu yeniden hayata bağlayan bir kıvılcımı da ateşliyor. Tam da bu noktada Georg’u canlandıran Pascal Greggory’nin performansını anmadan geçmeyelim. Yalnızca karanlığa doğru bir yolculuğun değil, bir kayboluş serüveninin bütün adımlarını hissettiriyor bizlere.
Ve tabii ki Léa Seydoux’un çok uçlara, köşeli alanlara, keskin çizgilere savrulabilecek Sandra karakterini bu kadar ‘sıradan’ bir noktada tutabilme becerisini not düşelim. “Güzel Bir Sabah”, çok ağır mevzulara giriyor kağıt üstünde bakınca. Ama film bittiğinde hayata, aşka ve ölüme dair düşüncelerimiz hafifliyor, hayatın içinde sadeleşiyor!