CBHS ve AKP otoriteryenizmi üzerine tartışmalar zenginleşerek devam ediyor. Geçtiğimiz haftalarda rekabetçi otoriteryenizm kavramı üzerine yürütülen polemiklere ek olarak, bu otoriteryenizmi şerh edecek bir kavram -reistokrasi - üzerinde durmaya çalışmış; reistokrasiyi, AKP otoriteryenizminin somut tezahürü anlamında kullanmaya çalıştığımı ve kavramın eni sonu bir millî şef replikası olduğunu izah etmeye gayret etmiştim.
Otoriter bir yönetim içinde bulunduğumuzu bu konuda yazıp çizen herkes kabul ediyor ancak polemik daha çok bu otoriterleşmenin nasıl tanımlanacağı etrafında dönmekte; melez, yarı, sözde, eksik, göstermelik... demokrasi ve rekabetçi otoriteryenizm kavramları bu tartışmaları farklı açılardan zenginleşmekteler.
Ben bu sürecin reistokrasi kavramı etrafında okunmasını öneriyordum ve reistokrasiyi, yukarıdaki kavramların dışında onlara alternatif olarak değil -ancak- onları şerh eden, onları bir anlamda Türkiye siyasetine tercüme eden bir kavram olarak kullanmaya gayret ediyordum. Melez/yarı/sözde/eksik demokrasi ve rekabetçi otoriteryenizm gibi kavramlar mevcut otoriterliğin şeklini tartışmaya açıyordu; ben bu noktaya nasıl geldiğimizi analiz etmeye ve onu Türkiye siyaseti içinde bir yerlere koymaya çalışıyordum. Bir anlamda buna, rekabetçi otoriterlik kavramını Türkçede (Türkiye siyaseti içinde) ifade etmek de denebilir. İddiam, otoriterleşmenin menbaının Erdoğan’ın iktidar olmanın dışında bir siyasî yaşamı tahayyül edememesi, bu alternatifi tümüyle elinin tersiyle itmesi ile ilgili olduğu yönünde. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi benim derdim otoriterleşmenin (rekabetçi ya da değil) ya da demokrasimizin (sözde, yarı, melez vb.) şekli, biçimi ile ilgili değil, membaı ve fonksiyonu ile ilgili bir tartışma.
Bu çerçevede, otoriter bir yönetim kurarak onun kumandasını eline alan bir Erdoğan’dan çok, bir şekilde eline geçirdiği kumandayı elinden bırakmamak için günlük hamleler yapan bir Erdoğan olduğunu; onun otoriterliğinin bir tek adam otoriterliği değil, iktidarda kalmak için etrafından ve toplumdan koptukça yalnız(laşan) adam otoriterliği olduğunu düşünüyorum: Erdoğan’ın otoriterleştiği için iktidarda kalmadığını, aksine, güçsüzleştiği ve yalnızlaştığı halde iktidarda kalmak istediği, kendini iktidara hapsettiği için otoriterleştiğini; Erdoğan’ın iktidarını çevreleyen, onu kurumsallaştıran meşrulaştıran onun temellerine yerleşen bir otoriterlikten ziyade, onu iktidara zamklayan ve demokratik değişim imkanını zora sokan bir otoriterliğinin olduğunu düşünüyorum.
Geçtiğimiz haftalarda (02 Mayıs 2022) magma esprisi içinde bu otoriterliğin temeline yatan dinamikleri CBHS tartışmalarının sismolojisi (Türkiye siyasetinin helezonları) içinde izah etmeye gayret etmiştim. Bu yazıda magmanın şekillendirdiği zemin üzerinde konuşmak, Gezi, Çözüm Süreci, Suriye ve Gülen hareketinin bu otoriterleşmenin şekillenmesindeki etkisi üzerine sohbet etmek istiyorum.
ZEMİN: GEZİ-ÇÖZÜM SÜRECİ- SURİYE VE GÜLENCİLER
Gezi Direnişi
Yaklaşık olarak 2013 yılı haziranından eylül başına kadar devam eden ve tüm yurda yayılan Gezi Direnişi, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının -sözün gelişi değil bizzat iktidarının- sorgulandığı bir toplumsal hareket oldu. Gezi gibi bir toplumsal hareketi ortaya çıkaran tek bir sebepten bahsetmek zor. Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesi, hareketin fitilini yakan kibritse AKP’nin (o tarihe kadarki) 10 yıllık iktidarında izlediği politikaların biriktirdiği grizu da Gezi Direnişi adı verilen toplumsal hareketin nedenini oluşturuyordu. Kibrit, Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında trafiğin yer altına indirilmesi için çalışmalar devam ederken Topçu Kışlası'nın yeniden inşasına karar verilmesi; 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nca, Topçu Kışlası'nın yeniden inşasının kamu yararına uygun bulunmadığı için reddedilmesi; buna karşın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın “Reddi reddederiz.” diyerek inşaata devam etmesi ve toplumun buna gösterdiği tepkilerdi. Grizu ise AKP’nin 2002-2013 yılları arasındaki iktidarının biriktirdiği gerilim ve artık onun son kullanma tarihini doldurduğu düşüncesiydi. Nihayet Gezi Direnişi, Türkiye denilen maden ocağında, Taksim Yayalaştırma Projesi vesilesiyle çakılan kibritle, AKP’nin 10 yıllık iktidarının biriktirdiği grizunun patlamasının yarattığı bir sarsıntı olarak kayıtlara geçti. Teşbihte hata olmazmış, Gezi’yi bir maden ocağındaki patlamaya benzetmem bu sebepledir. Gezi, toplumla iktidarın karşı karşıya geldiği önemli bir sivil itaatsizlik eylemiydi. Gezi’de, toplum iktidara yenildi(k) ama -vallahi- “çok güzel yenildi(k)”. Gezi (toplum), iktidara (AKP’ye), Seyit Rıza’nın da giderayak dediği gibi “Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun.” der gibi yenildi. Gezi’de patlamaya sebep olan biriken grizu olsa da ona yol açan çakılan kibritti. Grizuyu biriktirenler, kibriti çakanları yendilerse de bu dert maden ocağını yönetenlerin zihninden hiç çıkmadı; onlara dert oldu.
Çözüm Süreci ve…
2012’den sonra adım adım gelinen Barış/Çözüm/İmralı Süreci ve onun somut adımı olarak Dolmabahçe Mutabakatı, Gezi’nin hemen sonrasına denk geliyordu.(1) 16 Aralık 2012’de Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Müsteşarı Hakan Fidan ile Abdullah Öcalan görüşürler. Görüşme, İmralı Adası’nda gerçekleşir. Başbakan Erdoğan, 28 Aralık 2012’de görüşme ile ilgili olarak kamuoyunu aydınlatır. 28 Aralık’taki TRT ortak yayımında sorulan “Şu sıralarda hâlen görüşme var mı?” sorusu üzerine “Hâlen var. Çünkü netice almamız lazım. Biz bu ışığı görebiliyorsak o adımı atmaya devam ederiz. Baktık ki artık ışık yok, orada keseriz.” diye karşılık verir.(2)
2013 Ocak ayının başlarında Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) mensuplarından oluşan bir heyet de Abdullah Öcalan’la görüşmek üzere İmralı Adası’na gider. Çözüm Süreci girişimi, Abdullah Öcalan’la bir istişare ekseninde koordine edilecek bir süreç olarak kurgulanacaktır. Çatışmanın bitirilmesi için üç aşamalı plan şu şekilde tasarlanmıştır: Birinci Aşama: PKK unsurlarının Türkiye topraklarından tedrici çekilmesi ikinci aşama: hükûmetin yapacağı demokratik reformlar üçüncü aşama: silahsızlanmanın ardından PKK unsurlarının siyasî ve sivil hayata entegrasyonu.(3)
28 Şubat 2015’te İmralı Heyeti’nde yer alan dönemin Halkların Demokratik Partisi (HDP) milletvekilleri Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken ve dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal ile Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu Dolmabahçe Sarayı’nda bir araya gelirler. Aynı gün Başbakan Ahmet Davutoğlu Çözüm Süreci’nin yeni bir aşamaya girmiş bulunduğunu, silah dilinin sona ererek demokratik yaşama geçileceğini söyler. 1 Mart’ta Abdullah Öcalan silah bırakma çağrısı yapar. Aynı gün Amerika Birleşik Devletleri (ABD) de Öcalan’ın açıklamasını memnuniyetle karşıladığını belirtir. 11 Mart’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Öcalan’ın silah bırakma çağrısının güven ve barışın, istikrarın tesisi için önemli olduğunu söyler ve bu vaatlerin sözde kalmayarak uygulamaya geçirilmesi temennisinde bulunur. Çalışmanın ilerleyen sayfalarında bu ayrıntıları bir kez daha yad etmek üzere burada bırakalım.
21 Mart 2015, Öcalan bu tarihte Diyarbakır’da okunan Newroz mesajında şunları söyler; “Ülkemiz halklarının, demokrasi, özgürlük, kardeşlik ve onurlu barışı için yürüttüğümüz mücadele bugün tarihî bir eşiktedir. Kırk yıllık hareketimizin acılarla dolu geçen bu mücadelesi boşa gitmediği gibi aynen sürdürülemez bir aşamaya da varmış bulunmaktadır. Tarih ve halklarımız bizden dönemin ruhuna uygun bir demokratik çözümü ve barışı talep etmektedir. Bu temelde tarihi Dolmabahçe Sarayı’nda, hepimizce resmen ilan edilen on maddelik deklarasyon temelinde yeni bir süreci başlatma görevi ile karşı karşıyayız.” Öcalan ayrıca “Deklarasyon gereği ilkelerde mutabakat oluşmasıyla birlikte PKK'nin Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı yaklaşık kırk yıldır yürüttüğü silahlı mücadeleyi sonlandırmak ve yeni dönemin ruhuna uygun siyasal ve toplumsal strateji ve taktiklerini belirlemek için bir kongre yapmalarının gerekli” olduğunu da vurgular. Öcalan’ın ifadesiyle “Türkiye Cumhuriyeti dahilinde özgür ve eşit anayasal yurttaşlık temelinde demokratik kimlik sahibi demokratik toplum olarak barış içinde ve kardeşçe yaşama sürecine” girilmektedir. Böylelikle “90 yıllık Cumhuriyet tarihinin çatışmalarla dolu geçmişini aşıp gerçek barış ve evrensel demokrasi kriterleri ile örülmüş bir geleceğe [yürümeye başlanmıştır.]” BBC-Türkçe’den (21.03.2015) Kumru Başer(4), Öcalan’ın açıklamaları için, “Mesaj da aslında bekledikleri gibiydi. Ama bu 21 Mart'ı; mesajları, katılımı ve ruhu bakımından öncekilerden farklı kılan şey Kobani'ydi.” der. Bu noktaya yazının ilerleyen kısmında tekrar değineceğim.
…Suriye: “Ey doktor şimdi sıra sende!”
Evet, Suriye iç savaşını, Kobani ve Rojava deneyimlerini anlamadan Barış Süreci-AKP-Devlet ilişkisini anlamak zor görünüyor. Mısır ve Tunus’taki toplumsal hareketliliklerden etkilenen Suriyeli gençler, Muaviye Sayasna ve arkadaşları, okullarının duvarlarına “Ey doktor şimdi sıra sende!” yazdıktan sonra Suriye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Sayasna ve arkadaşlarının Dera'da yazdıkları bu duvar yazısı, öğrencilerin gözaltına alınmaları ve ailelerine uygulanan şiddet üzerine, 15 Mart 2011'de, Cuma namazı çıkışı Şam ve Dera'da protesto gösterileri düzenlenir. Devlet Başkanı Esad’ın bu protestolara sert karşılık vermesi, onlarca sivilin hayatını kaybetmesiyle neredeyse günümüze kadar devam eden iç savaşın fitili de ateşlenmiş olur.(5)
İç savaş, 2003 yılında Kürtler tarafından Suriye’nin kuzeyinde kurulmuş bir siyasî parti olan Demokratik Birlik Partisi’ni (PYD Partiya Yekîtiya Demokrat) de etkin bir siyasî güç hâline getirir. 2011’den sonra Suriye halkının yarıdan fazlası yerinden edilir. Savaş başladığında örgütlü bir silahlı gücü olmayan Demokratik Birlik Partisi, artık Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Rusya'dan destek gören, Batı başkentlerinde temsilciliği olan, ülkenin dörtte birinden fazlasını kontrol eden bir güçtür. PYD, askeri kanadı Halk Savunma Birlikleri (YPG-Yekîneyên Parastina Gel) ile savaşın aktif unsurlarından biri olur.
İşte kritik nokta da buradadır. Türkiye Devleti, Suriye iç savaşı sonrası tam anlamıyla bir fenomen hâline gelen PYD-YPG’nin PKK ile bağlantılı bir örgüt olduğunu iddia etmeye başlar. Türkiye devleti haklıdır da. PKK (Partîya Karkerên Kurdistanê-Kürdistan İşçi Partisi) ve YPG birbirlerinin aynısı değillerse de apayrı örgütler hiç ama hiç değildir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı resmî sitesinde, "PYD/YPG’nin PKK ile ilişkisi olduğu, PYD/YPG’nin 2003 yılında PKK terör örgütünün kontrolü altında kurulmuş olup iki terör örgütünün, aynı lider kadrosu, örgütsel yapı, strateji, taktik, askeri yapı, propaganda araçları, mali kaynaklar ve eğitim kamplarını paylaştıkları iddia edilir.(6) 20 Temmuz 2016’da, Europol tarafından yayımlanan Avrupa Birliği Terörizm Durumu ve Trendi 2016 adlı raporda PYD ve silahlı kanadı YPG'nin PKK'nin Suriye'deki uzantıları olduğuna dair ifadelere yer verilir. İşin ilginci PKK’nin PYD-YPG içindeki gücü ve etkinliğinin değil saklanacak, utanılacak; aksine övünülecek bir rabıta olarak altı çizilir.
Devam edecek...
(1) Bianet, “Dolmabahçe Mutabakatı sonrası neler yaşandı?” (28.02.2021), ODATV “İşte Çözüm Süreci'nin Kronolojisi” (13.06.2021)’nden özetledim. Ayrıca Bkz.;, Talha Köse. (2017), “Çözüm Sürecinin Yükseliş ve Düşüşü” Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi Cilt: 4, Sayı : 1, ss. 13-40.
(2) Radikal (Haber), “Erdoğan: İmralı ile Görüşmeler Devam Ediyor”, Radikal 28.12.2012.
(3) T. Köse. (2017), ss.17-18.
(4) Kumru Başer. “Öcalan'ın 21 Mart Mesajı Ne Anlama Geliyor?” BBC Türkçe, 21 Mart 2015 https://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/03/150321_ocalan_mesaj_kumru_baser
(5) Ece Göksedaf. “Suriye'de Savaşın 10 Yılında 10 Kritik Dönüm Noktası” BBC-Türkçe (15.03.2021). Zorlu, Kürşat (06.09.2016), “Çözüm Süreci mi, Yeni Bir Mücadele mi?” Aljazeera. Anadolu Ajansı (14.03.2018) “Suriye'de halk ayaklanmalarının fitilini ateşleyen genç AA'ya konuştu” Anadolu Ajansı.
(6) “PKK”. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. Erişim tarihi: 6 Temmuz 2018.