Gezi Direnişi, modern Türkiye tarihinin en görkemli, en yaratıcı ve en geniş katılımlı protesto hareketiydi. Demokrasi talebinin ve özgürlük arzusunun billurlaştığı Gezi, sadece protestolara katılan yüzbinler için değil, Türkiye’de demokrasinin gelişmesini dert eden herkes için de gurur verici bir sayfaydı. Geçtiğimiz günlerde yaşanan hukuk skandalı ile Gezi’nin kriminalize edilme girişimi tarih önünde nafile bir çaba olsa da, adalet mücadelesinin aciliyetini gözler önüne seriyor. Haksız ve hukuksuz bu karara karşı kent ve yaşam savunucularının yanında durmak, o Haziran günlerinin özgürlük iklimini solumuş herkesin boynunun borcu olsa gerek.
Bu yazıda, bugün bir kez daha gündeme gelen Gezi’nin tarihsel anlamını tartışmak istiyorum. Gezi Direnişi, bir yanıyla 2008 finansal çöküşünün tetiklediği küresel protesto dalgasının bir bileşeniydi. Ama bir yanıyla da Türkiye’nin özgül dinamikleri içinde ortaya çıkmış bir patlamaydı. İşte bu patlamayı anlamlandırmak için, siyasal İslam'ın 90’larda yerel yönetimlerden başlayarak üretimini beslediği yeni kentsel duruma bakmak gerekiyor. Bu yeni kentsel durumu, neoliberal kentleşmenin siyasal İslam'ın iktidarı ile karakterize olan özgül biçimi olarak tarif etmek mümkün. Kentleşme dinamiklerinin önünün açıldığı, tarımsal üretimin desteklenmesinden vazgeçildiği ve metropoliten alanların genişletildiği süreç, kentsel dönüşüm mevzuatının yenilenmesi ile TOKİ ve büyükşehir belediyelerine verilen yetkiler çerçevesinde yeni bir mekân üretim rejimini de doğurdu. Ancak kentleşmeyi salt nicel bir büyüme olarak görmek de, onun politik boyutunu salt ekonomiye indirgemek de hatalı olur.
Burada, Henri Lefebvre’in ortaya attığı “kentsel devrim” kavramına başvurmayı yararlı buluyorum. 1970 yılında yayımlanan aynı isimli kitabında Lefebvre, öncelikle kentleşmeyi hem bir yoğunlaşma hem de bir yaygınlaşma süreci olarak görmek gerektiğini ileri sürer. Emek, sermaye, nüfus, hizmetler (hatta deneyimler ve tahayyüller) kent dediğimiz odakta yoğunlaşırken, bir yandan da hem fiziksel olarak genişler hem de dolaylı etkileriyle mekânda yayılır. Buna göre söz konusu olan bir “içpatlama/ dışpatlama” diyalektiğidir ve bu sürecin ufku “toplumun komple kentselleşmesidir”. Burada komple kentselleşme ile kastedilen, “kentsel”in kentin ötesinde de hâkim hale gelmesidir. Yani kentsel devrim, geniş alanların kent haline gelmesini değil, kent olmayan yerlerin de kente tabi hale gelmesini anlatır. Bu anlamda AKP döneminde ülkenin bir kentsel devrim yaşadığını ileri süreceğim. Her ne kadar AKP ile “devrim” kavramını bir arada kullanmak kimileri için kulak tırmalayıcı gelecekse de, Türkiye’deki kentleşme atılımlarının sonuncusunun AKP iktidarına nasip olduğu gerçeğine sırtımızı dönmemiz anlamlı olmasa gerek. Yaşadığımız kentsel devrime ve onun toplumun komple kentleşmesini ne ölçüde sağladığına dair daha detaylı tartışmayı bir başka yazıda, bir kitap değerlendirmesi üzerinden yapmayı planlıyorum.
Siyasal İslam'ın kentsel devrimine dönecek olursak, yaşanan sürecin AKP iktidarını da sağlamlaştıran kayda değer bir kentsel hegemonya inşasını da içerdiğini tespit etmek gerek. 90’ların ortalarından itibaren belediyeler eliyle kentsel tüketim kanalları üzerinden hızla gelişip genişleyen ağlarla karakterize olan kentsel hegemonya, 2000’lerde kentsel mekân üretimini de (TOKİ öncülüğünde) bu ağlara eklemledi. Ekonomik çıkar ilişkileri niteliği taşıyan ağlar, bir yandan bir meşrulaştırma, bir yandan da bir dışlama mekanizması olarak İslami ilişkilerle kuruldu. Dahası, yeni inşa edilen konut alanlarında İslami çevrelerin ve öznelliklerin inşası hedeflendi. Ama belki bunlardan da önemlisi İslamcı tahayyülün bu kentsel hegemonyaya sağladığı ideolojik çatkıydı. Hatırlayacak olursak, AKP iktidarının ilk döneminde oldukça baskın hale gelen anlatı, toplumu İslami retoriğin sağladığı -ve çarpıcı biçimde kolonyal çağrışımlar içeren- kurgu çerçevesinde kavramaktaydı. Buna göre toplumun büyük kesimini oluşturan (İslami) çoğunluk cumhuriyet tarihi boyunca laik seçkinlerce hor görülmüştü. Kentsel hegemonyaya dahil olmak, bu çoğunluk tahayyülünün içinde de yer bulmak anlamına geliyordu. Yani ideolojik özdeşleşme (hor görülen çoğunluğun parçası olmak) hegemonik blok içinde konumlanmayı kolaylaştırıyor ve meşrulaştırıyordu. İşte Gezi, başka şeylerin yanında, bu (ezilen) çoğunluk/ (ezen) azınlık tasvirini yerle bir etti. Gezi’de meydanlara dökülen yüzbinler İslamcı iktidara muhalefet eden toplumsal tabanın hem genişliğini hem de heterojenliğini gösterdi. Dikkat edilirse iktidarın “millet” tanımlaması ile Türk ve Müslüman olarak kodladığı tabanı konsolide etme çabası Gezi’nin açığa çıkardığı hegemonya krizinin sonucudur.
Burada kentsel devrim meselesine geri dönecek olursak, Gezi’nin hemen öncesinde AKP iktidarına muhalefet eden tüm oluşumların etkisiz kaldığını ve ekonomik bir krizin de yokluğu koşullarında böylesi bir patlamanın beklenmedik olduğunu hatırlayabiliriz. Gerçekten de, 2002-2011 arasında ne müesses nizamın AKP karşıtı önlem ve eylemleri, ne CHP-MHP ekseninde gelişen ulusalcı muhalefet, ne emek hareketi ve sendikal mücadele (örneğin TEKEL Direnişi), ne de ekoloji tabanlı (HES karşıtı) mücadeleler sonuç alabilmişti. Hatta gelişen kentsel muhalefet ve barınma hakkı mücadeleleri bile çok sınırlı etkinlik gösterebilmişti. İşte Gezi, tüm bunların ardından ve tüm bunları içinde eritecek bir “olay” olarak ortaya çıktı.
Öngörülmedik bir başka patlamanın, 1968’in hemen öncesinde yazan Lefebvre, “Olaylar” der, “öngörüleri yalancı çıkarır; tarihi olaylar hesaplamaya gelmez”. Paris Komünü üzerine yaptığı okumanın ürünü olan kavramsallaştırmasıyla “olay”, Lefebvre için tarihsel kaçınılmazlıkları değil olumsallıkları vurgular; öngörülemeyen olasılıkları eklemleyen ve zaman-mekânda yeni oluşumların, yeni etkileşimlerin ve yeni gündelik pratiklerin önünü açan dinamik süreçleri anlatır. Bu anlamda, Gezi’yi salt belli bir ana hapsolmuş bir protesto hareketi değil de, öncesi ve sonrasıyla tarihsel bir makas değişikliğine işaret eden bir “olay” olarak kavramak gerekiyor.
AKP iktidarında yaşanan kentsel devrimin istemsiz fakat dolaysız bir sonucuydu Gezi. Gezi’den sonra kentsel’in siyasetteki yerinin nasıl öne çıktığını görmek zor değil. Bugün ne İstanbul ve Ankara’da yerel yönetim süreçlerini ulusal siyasetten ayrı düşünmek mümkün ne de örneğin Kanal İstanbul’u kentsel olmayan bir çevre problemi olarak kavramak. Dahası, kentselliğin bir araya getirip dönüştürdüğü toplumsal yapılar ve kimlikler homojenleşmeye de ayrıştırmaya da karşı çıkarak bir arada var olmanın imkanını Gezi’de buldu. Kimliklerin ve yaşam tarzlarının çoğulculuğu ve savunusu farklı tipte etkileşimlerin imkânı sayesinde mümkün. Böyle baktığımızda kentsel bir milliyetçi tabana oturan İYİ Partinin ortaya çıkışından İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerinin seyrine dek bugün sıradanlaşmış bulunan birçok siyasal olguyu Gezi’nin yarattığı dönüşüme borçlu olduğumuzu söylemek mümkün.
Neoliberalizmin, “siyaset-sonrası” kavramıyla ifade bulan siyasetsizleştirme ideolojisi özgürlüğü bireysel ekonomik faaliyete indirgedi, kurumların işleyişini de neoliberal yönetişim modeli bağlamında teknokratik çerçevelere hapsetti. 90’lardan başlayarak giderek tartışmasız biçimde kabul gören bu modele karşı Gezi, kentten kovulan siyasetin kente geri dönüşüydü. Siyasal İslam'ın kentsel devriminin ürünü ve onun otoriter siyaset tarzının olumsuzlaması olarak Gezi kentselin devrimiydi: Kentsel mücadelenin ve kentsellik etrafında şekillenen siyaset tahayyülünün yeni biçimlerini icat etti ve geri döndürülemez bir ilham kaynağı oldu.