Gezi Davası’nda (şimdilik en son) karar açıklandı. Ve içimize bir “ferahlık”, aklımızda bir “aydınlanma” oluştu. Artık rahata ve huzura eriştik! Türkiye tarihinin en büyük (dünya tarihinde ilk sıralara yerleşebilecek) bir toplumsal isyanının “arkasındaki” tüm gerçekler açığa çıktı. 27 Mayıs 2013 tarihinde fiili olarak başlayan ve günlerce devam eden, 8 kişinin hayatını kaybettiği, 10 binden fazla kişinin yaralandığı, İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 3 milyondan fazla insanın “sokağa çıktığı” Haziran İsyanı’nı bir kişi yani Osman Kavala örgütlemiş ve Ali Hakan Altınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi, Çiğdem Mater Utku, Şerafettin Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Ayşe Mücella Yapıcı da ona yardım etmiş. Sakın bir şüphe duymayın, hatta “inanmamak” aklınızın ucuna gelmesin, gelse bile telaffuz etmeyin. Türk yargısına dolayısıyla adaletine güvensizlik beyan etmiş olursunuz!
Osman Kavala tek başına ve ona yardım eden 7 kişi, milyonlarca insanı sokağa dökmüş, günlerce onları ülke genelinde yönetmiş ve hükümeti ortadan kaldırmaya “teşebbüs etmiş”. (İyi ki solcuların haberi olmamış bundan, yoksa Kavala’nın peşinden giderler miydi?😊)
Bir parantez! Yaklaşık 10 yıldır süren davalardaki hukuk dışılıkları, kural ihlallerini, saçmalıkları anlatmayacağım. Bunları hukukçular zaten her düzeyde yaptı/yapıyorlar. Sadece kafama takılan bir soruyu sormak istiyorum. Kavala’nın cezalandırıldığı maddede şu yazıyor; “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme suçundan”. Ve diğerleri de “teşebbüs etmeye yardım suçundan”.
Ceza verilen 312. Madde sanırım “cebir ve şiddet” ifadelerini de barındırıyordur(!) ancak Yargıtay İlam’ında cebir ve şiddet ibaresi bulunmuyor. Üstelik Kavala ve “arkadaşlarının”, cebir ve şiddet kullandıklarına dair hiçbir delil bulamamışlar, en fazla yemek/çadır tedarik etmeye ve belgesel çekmeye çalışmışlar. Ayrıca Gezi’nin en ileri sloganlarından birinin “Hükümet İstifa” olduğunu düşünürsek, yıkmaya teşebbüs etmeye bile teşebbüs edememişler.
Neyse asıl kafa bulandırıcı olan AKP iktidarının, “Anayasal düzeni değil de Hükümeti ortadan kaldırma” suçunu, yani 309’u değil, 312’yi öne çıkarmış olması. Buradan “ilerlenecek yer” neresidir?!
Şimdi soru şu; Hükümette olan AKP ise ve bu hükümeti, ortadan kaldırmaya çalışan herkes (yani CHP, İYİP, Saadet, Deva hatta HDP ve bilumum muhalefet de) aynı suçu işlemeye devam etmiyor mu? Ve bunlara oy verenler, destekleyenler “teşebbüs etmeye yardım suçunu” işlemiyor mu? (Hükümet, seçimle bile “yıkılacak olsa” bu durum yeni bir dava açmaya neden olur mu?)
HUKUK YOK, AKIL VAR MI?
Neyse, asıl konumuz hukuki akıl değil, siyasi akıl. Okuma yazması olan herkes (hatta olmayanlar da) biliyor ki bu davanın açılmasına da “bir adam” karar verdi, hükmü de “o adam” verdi. Adını da söyleyelim Tayyip Erdoğan. Ama neden? Erdoğan’ın bu süreçteki “siyasi aklı” nedir, hangi siyasi sonucu elde etmeyi amaçlamaktadır?
Bu konuda çeşitli “tevatürler” hepimizin kulağına çalınmış durumda! Yeni bir isyan dalgasından korktuğu için şiddetli bir cezalandırmaya gittiği, Kavala üzerinden bütün sermaye gruplarına korku salmaya çalıştığı, Tayfun’u ve Mücella’yı cezalandırarak meslek odalarına, dolayısıyla bütün sivil toplum örgütü yöneticilerine mesaj verdiği, Çiğdem ile belgeselcilere ayar verdiği ve Can ile hem avukatları hem de kitle önderi olmaya çalışanları cezalandırdığı vs. vs.
Bu akıl yürütmeler yeterli geliyor mu? Bütün süreci ve sonuçlarını açıklamaya yeterli mi? Sanki yetmiyor!
Siyaseti (elbette siyasetçileri de) anlamak için bir de “yapılmayanları” değerlendirmek gerekir! Tayyip Erdoğan’ın (iktidarın, aynı zamanda yargının olanaklarını kullanarak) onlarca seçeneği mevcuttu.
İktidarlar, elbette kitlesel hareketlerden “korkarlar”. Ama asıl korktukları siyasal iktidar perspektifi (amacı) olan, örgütlü olan kitlesel hareketlerdir. Üstelik bir de işçi sınıfı çoğunluğunu ve ideolojisini içeriyorlarsa. Yaş ortalaması 28, yarısı üniversite mezunu, yüzde 6’sı işçi, yüzde 79’u herhangi bir örgüte (köy derneği dahil) üye olmayan, yüzde 93,6’sı kendisini sade vatandaş olarak tanımlayanlardan söz ediyoruz.(1) Yani bu “gezi kitlesi”, şu “cezalandırılanlara” bakarak kendisine ders çıkarır mı? Üstelik o zamanki gençler 10 yıl yaşlanmış, şu an ki gençler 10 yıl önce yaşatılan korkulara sahip değilken.
Her burjuva, diktatörlük heveslisi iktidar gibi Erdoğan da iktidar amacı güden örgütlü muhalefetten korkacaktır. Eee öyleyse asıl cezalandırması gereken mesela CHP’dir, seçmece CHP kadrolarıdır. Ya da HDP’den seçmelidir. Hatta daha kolayı da mevcuttu! Elinde sapanla objektife yakalanan militan bir solcu ya da illegal bir flama taşıyan örgüt sempatizanı yargılamayı ve ceza vermeyi çok daha “kolaylaştırırdı”. Hadi Beşiktaş taraftarlarını topyekûn karşısına alacağından Çarşı grubunu muaf tutması anlaşılabilir ama FETÖ'cülerden pekala “perde arkası” çıkarılabilirdi. Üstelik hatırlanacak olursa o zaman ki İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu daha sonra FETÖ’den tutuklandı. Ve o zaman ki twitter paylaşımında “Gençler, Gezi parkında kuş sesleri, ıhlamur kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış doğru mu? Aranızda olmak isterdim” diyordu. Bu davada bunlardan hiçbiri yok, yani bunların hiçbirini tercih etmedi Erdoğan. “Ey çapulcular, bu işler sizin bildiğiniz gibi değil, arkada ne örgütler ne oyunlar var” diyebilirdi, ama demedi. Bir Soros, bir Sırp bir de Kavala. Neden?
***
Kavala üzerinden sermayeyi korkutmak! Neden Koç üzerinden değil? Hem Divan Oteli’ni gezicilere açmıştı (somut, görsel kanıt) hem de daha korkutucu olurdu, patronlar için! Üstelik Doğan’a yaptığı gibi sermayesini “el değiştirmeye” zorlatırdı. Ya da daha doğrudan bir soru ile, şu anki iktidardan korkmayan, dolaylı bile olsa ona “yan bakan” sermaye grubu mevcut mu? Korkutulmaya ihtiyaç var mı?
Ya diğerleri? Tayfun, Çiğdem, Can? Bu isimler üzerinden kime ne siyasi mesaj veriliyor? Belediyecilere mi, belgeselcilere mi, avukatlara mı? TİP, Can’ı vekil seçtirmese bu insanları, kişisel arkadaşlarından başka kimse sahiplenmeyecek ve bir süre sonra hatırlamayacak. (CHP, “uyanıklık edip” Tayfun’u aday bile göstermedi. Yoksa şimdi başına “iş almıştı”!).
Üstelik tüm bu saçmalıklara bir son verme “şansı” da yakalamıştı Erdoğan, 2020’de. Davanın o zamanki hakimi Galip Perk, beraat kararı vermişti. Ama nedense bu karar beğenilmedi. Hakim değiştirildi, hakkında soruşturma açıldı ve “uygun” kararı verecekler iş başı yaptırıldı. O zaman “bu konu” kapanmış olsa eski gündemlerin arasında unutulup gidecekti. Ama yok, illa Kavala ve onunla birlikte birileri cezalandırılmak zorunda. Neden? Onlar cezalandırılınca “Gezi İsyanı” cezalandırıl(a)mıyor ki…
İNTİKAM, SICAKKEN LEZZETLİDİR AMA
Açıkçası benim bu sorulara bir yanıtım yok! Yani ne mantıklı bir akıl ne de işe yarar bir siyasi sonuç çıkmıyor.
Belki de Meral Akşener’in dediği gibi sadece intikamdır; “Öyle bir travma ki hâlâ milletten intikam almaya çalışıyorlar...” Ne sosyalistleri ne de Cem Karaca’yı bir nebze anlayamamış olan Akşener(2), doğaldır ki fıtratı aynı olan Erdoğan’ı çok iyi anlamış. Sadece ve sadece intikam. En kolayından, en kısasından ve en saçmasından…
Açıktır ki bu süreçteki tüm bu “saçmalıklar”, yani toplumsal hoşnutsuzluğa ve sonunda isyana neden olan tahrikler,(3) delillerin yetersizliği, iddianamenin zayıflığı, yargı sürecine müdahaleler, süreci yönetmekten aciz bürokratlar, provokasyonu amaçlayan hatta zaman zaman başarılı da olan girişimler, vs., vs, vs. tek bir gerçeği göstermekte; siyasi iktidar bir “yönetememe krizi” sergilemiştir ve “toplumu yönetememe krizi” devam etmektedir.
Yönetememe nesnel bir gerçekliktir ancak bu tek başına, yönetim değişikliğine dönüşmez. Bu dönüşüm için “doğru” öznel müdahale gereklidir. Öznel müdahale olmadığı durumda, o yüzyıllık cumhuriyet deneyimi ile övünülen ülkede, diktatörlüğün kurulması için darbe yapmaya gerek bile kalmaz!
Kısacası ve açıkçası, bu ülkede iktidar değil muhalefet “sorunu” mevcuttur. Bu iktidara “mecbur” isek önce sosyalistler sonra CHP sorumludur!
Yukarıdaki ifadeyi tekrar hatırlatmak şart. Siyaseti (elbette siyasetçileri de) anlamak için bir de “yapılmayanları” değerlendirmek gerekir!
Son seçimde birlikteydik ve sosyalistler olarak seçim öncesi neler yaptığımızı, hatta neler söylediğimizi ve seçimde nasıl tutum aldığımızı birlikte yaşadık. Eeee, ne oldu, neler değişti? Hiçbir şey! “Ülke tarihinin en kritik seçim dönemi” idi hani! Almanya yenildiği için yenik sayılan Osmanlı'da bile bir şeyler değişmişti! Hangi politika, hangi pratik değişti, değiştirdik?(4) Hangi konuda özeleştiri verildi? Sosyalistler, özeleştiriyi (sözle değil) pratiklerini değiştirerek verir ya! Seçimden önce nasıl bir statüko varsa aynen devam… Var olan “merkezi yapıları” koruyan, biriktirmeci, dengeleri kollayan ve statükocu tarzı kalıcılaştıran geçiştirmeler! (Örgütlü olanlar birinci derecede sorumludur, değil mi?)
Bu arada edindikleri pozisyonla muhalefetin etkin bir parçası haline gelen TİP’e de değinmek gerekecek; hem Kürt siyasi hareketi ile farklı bir ilişki kurma iddiasında olan hem de sol siyasi hareketin öncülüğüne soyunma ‘bab’ında(5). Erkan Baş’ın, Can Atalay için Hatay’dan başlattığı yürüyüş, elbette çok değerlidir ve bu kadar etkisiz muhalefet alanında her gün gündem olması açısından çok da önemlidir. Ancak yapılanın yanında yapılmayanı/tercih edilmeyeni de sormak gerekir; neden bu yürüyüş muhalefetin tüm bileşenleri ile paylaşılarak ve ortak/kolektif bir heyetle (hatta bayrak yarışı biçiminde) icra edilme tercihinde bulunulmamıştır?(6) Can Atalay, (seçime bir gün kalaya kadar) Gezi’nin ortak değeriydi. Hatay, hem sosyalistlerin hem de Arapların ve Kürtlerin ortak yaşam alanıdır. Bu özellikler bile tek başına “herkesin” ortaklaşmasını sağlamaya ve birlikte mücadele etmesine bir “başlangıç bab-ı” teşkil etmez mi, edemez miydi?(7)
Ancak hala bir “şans” mevcut çünkü “yönetememe krizi” devam ediyor: Önümüzdeki yerel seçim. Altı ay var. Sosyalistler, şimdiden başlamak üzere ülkenin her ilinde, her ilçesinde, her beldesinde ortak bir yerel program dahilinde üzerinde ortaklaşılmış adaylar çıkarmalıdır, çıkarmak zorundadır. Pazarlık işlerine girişmeden, kime kazandırma, kimi kaybettirme hesapları yapmadan.(8) Sadece ve sadece bu ülkede ortak bir sosyalist mücadelenin verilebileceğini ve bunun, bu ülkeyi “değiştirebilecek” tek yol olduğu iradesiyle.
CHP mi? Sosyalist doktorlar, “ne yerse yesin, kimi seçerse seçsin” dediler…
Son söz;
Mücella Yapıcı’nın, tahliye olurken söylediği gibi içeride kalanların “hiçbirinin suçu yok”, TCK’ya göre…
Ama 2013 Haziran’ında sokağa çıkan 3 milyon insan; yaşam tarzlarına saygı duyulmasını istedikleri için, onurlarını korumayı fiili olarak gösterdikleri için ve özgürlük, eşitlik, barış istedikleri için suçludurlar!(9)
NOTLAR:
(1) KONDA’nın Gezi Raporu. 5 Haziran 2014.
(2) Akşener’e göre solcular, işçilere “işçi kal”, köylülere “köylü kal” diyormuş. O her ne kadar solculara “yuh olsun” diyorsa da siz cehaletin bu kadarına yuh olsun demeyin sakın çünkü fazlası var! Aynı Akşener, cüreti cehaletini de aşmış olarak solcuları “Manifesto’dan ve Kapital’den” imtihan edebilecek bir donanıma da sahipmiş. Yuh’un yanında gülme krizi de geçirebilirsiniz…
(3) Bu arada, Topçu Kışlası konusu ne oldu?
(4) “Biz zaten yenileceğini” söylemiştik diyenler muaf. Onlar bir şeyleri değiştirmek zorunda değiller, aynen devam etsinler…
(5) Bab; kapı.
(6) Mesela her siyasi hareketten bir temsilcinin bulunduğu, (üç-beş tane de) farklı kesimlerin fiili temsilcilerinin yer aldığı!!!
(7) Eğer teklif götürülmüş ve kabul edilmemiş ise TİP, bu eleştirilerin tamamından muaf tutulmalıdır. Aksi durumda TİP’in Genel Başkanı nezdinde bütün bunlar birleştirilmiş mi olunuyor?
(8) Birileri CHP ile pazarlığa oturup, üç-beş kazanım için bu dönemi başarı olarak pazarlamaya kalkarsa sosyalist rozetini bırakmak zorunda kalacaktır.
(9) Bu arada, “hem Gezi’yi savunmak zorunda hissedip hem de başıma bir iş gelmesin” derdinde olanlar, Gezi İsyanı’nın yeşili savunmakla, ağaçları korumakla bir alakası yoktu, başka gerekçe bulun. Bakınız Konda’nın Gezi Raporu; “Ağaç kesilmesin, kışla yapılmasın diye geldim” diyenlerin oranı sadece ve sadece yüzde 4,6. Özgürlükler için yüzde 34,1, Hak ihlallerin karşı, hak talebi için yüzde 18,4, Diktatörlüğe, baskıya karşı yüzde 9,7, Yönetim istifa yüzde 9,5, Demokrasi ve barış için yüzde 8, Polis şiddetine karşı yüzde 6,2.