İnsan sabah uykudan uyanınca, bir gün önce yaşananları algılayamıyor bir süre. Gece kabus görmüş, oh neyse ki, şimdi uyanmış ve bitmiş gibi oluyor bir an. Sonra öyle olmuyor tabii. Gerçekler, yavaşça ilerliyor ve bütün güne sızım sızım sızıyor.
Sabah, çay sıcacık ya da kahve ne de güzel kokuyor. Ekmek taze mi? Hızlıca yiyip çıkmak lazım, trafik filan. Yine patlama olmuş doğru mu? Bakıyoruz... Evet olmuş. Patlamanın tarzından ve şeklinden, kimin yaptığını da anlıyoruz. Bu konuda uzmanız. Terör uzmanı halimizle tam karşımızda pırıl pırıl bakan çocuğumuza gülümsüyor ve özel isteği olan şarkıyı neşe içinde söylüyoruz.
Kaç kişi ölmüş? 5 mi, 15 mi, 55 mi? Sevdiğimiz bir sürü insan orada yaşamıyor muydu? Bir elde ekmek, öbür elde korku. Aramalar, ulaşamamalar, mesajlar, “iyi misiniz?”ler, “şimdilik iyiyiz”ler. Anlık bir rahatlama ve rahatlamadan utanma. Kahvaltı bitiyor.
Çocuğumuzun ana okulunda “kırmızı giyinme günü” var. Bir yandan, dolapta minik kırmızı bir tişört aranıyor, öbür yandan, sosyal medyada patlamayla ilgili doğru bilgi. Çocuk, “Sayılar niçin hiç bitmiyor?” diye soruyor. Ona mantıklı bir cevap vermeye çalışırken, ölü sayısı artıyor.
Evden çıkıyoruz. Terörü lanetleyenler, menfur saldırıyı kınayanlar var. Aynı gözler, aynı sözler, aynı yüzler. İnsanlar, “kınayanları kınayanlar” ve “kınamayanları kınayanlar” olarak ikiye ayrılıyor. Bir araba hızla geçerken, üstümüze su sıçratıyor. Bizimle birlikte serçeler de havaya sıçrıyor.
Kar yağıyor. Sokakta üşüyen kedilere, köpeklere kutudan ev yapan iyi insanlar var. Kediler kutunun içine ne güzel kıvrılmış. Sabah boğazımıza dizilen peynirleri yanımıza aldığımız iyi olmuş. Kedilerin oraya bırakıyoruz. Kedi yemezse, kuş yer. Burnumuza kar taneleri düşüyor. Kar taneleri büyüleyici.
Montu biraz kabarık olan herkes, canlı bomba olabilir. İstanbul’da kar, İzmir’de patlama, Diyarbakır’da yangın, Mersin’de sel olabilir. Herkesin yüzü asık olsa da kapıdaki görevli her zaman gülümseyebilir. Bize, “Saçın bozulmasın diye şapka takmıyorsun ama hasta olacaksın haa!” diyebilir. Gülebiliriz. Basbayağı, gerçek gerçek güleriz.
Amerika, burada yaşayan vatandaşlarını uyarmış. “Türkiye’de meydanlara, AVM’lere, kalabalık yerlere gitmeyin. Hiç güvenli değil. Ben olsam, tuvalete bile gitmem.” demiş. İtalya da çok uyarmış. Almanya, en çok uyarmış. Fransa, uyarmaktan uyuyamamış. İngiltere, uyarırken takla atmış.
Herkes, “yani çok da şey yapmayalım diyorum ama güvenilir kaynak” diye diye uyarı paylaşıyor. Toplasak o uyarıları, buradan köye yol oluyor.
Birisi tam kurabiye tarifi verirken, patlamayı tam tahmin ettiğimiz örgüt üstleniyor. Sokak, kardan adamlarla dolmuş. Çocuk kahkahalarının arasında, çocuklaşan büyüklerin kahkahaları da var. Ne güzel.
Ankara’da bir kadının, bindiği halk otobüsünde, şoförün tecavüzüne uğradığını okuyoruz. “Polise ya da birine söylersen, seni bulur, yine tecavüz eder, boğazını keserim” diye tehdit etmiş adam. Dehşete düşüyoruz. Özgecan Aslan’ı hatırlıyoruz. Yoksa hatırlamıyor muyuz? Çoktan unuttuk mu?
Eve giderken, alışveriş yapmayı unutmuyoruz. Deterjan almamız gerek. Sebze de almak lazım. İtiraf edelim, kış sebzeleri pek güzel değil. Makarna yesek daha iyi belki de. IŞİD’in bir sonraki bombası, kimyasal olacakmış. Duyduk mu? Kimyasal bomba atacakmış tepemize. Bu bilgiyi ne yapacağımızı bilemiyoruz. Alışverişe gitmişken, gaz maskesi de mi alalım?
Arkadaşımızın bebeği olmuş, arayıp kutluyoruz. “Çok mutlu bir hayatı olsun!” diyoruz ama ne dediğimizi tam bilmiyoruz. Belki de “Bir hayatı olsun!” desek, daha iyi olurdu.
İzmir’de hayatını feda eden Fethi Sekin’i düşünüyoruz. Birçok insan onu düşünüyor bu aralar. Likya Estetik de düşünmüş. "Saç ekimi tedavisini gerçekleştirdiğimiz, kahraman şehidimiz Fethi Sekin için Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz..." yazmış sosyal medyaya. Bu kadar...
Utanma, şuur, vicdan hiç yok. Fethi Sekin’in fotoğrafı, bayrak ve kendi logosu var. (Bu korkunç reklam stratejileri ters teperse, çıkıp “Biz yazmadık, bir çalışanımız yazmış, hemen kovduk. Özür dileriz.” diyeceklerini biliyoruz.) Onların yerine utanıyoruz.
Hava kararıyor. Eve geliyoruz, ışıkları açıyoruz. Aydınlıklar, karanlıklar, iyi haberler, kötü haberler, sevgiler, nefretler, gülmeler, ağlamalar, konuşmalar, susmalar, umutlar, korkular... Hepsi aynı anda oluyor.
Hayat bir duruyor, bir devam ediyor. Kalbimiz bir duruyor, sonra tıkır tıkır çalışıyor. Zaman bir duruyor, sonra hızla akıyor. Bir uçtan öbür uca savrula savrula, günü bitiriyoruz. Bütün gün yoruluyoruz, sabah yeniden ayağa kalkıyoruz.
Bütün günler böyle ve biz hâlâ çıldırmadık, çıldırmıyoruz. Demek ki, artık çıldıracağımızı düşünmek yerine, bu gücümüzle neler neler başarabileceğimizi düşünmenin zamanı gelmiş.