Frida Beckman’ın, “Gilles Deleuze” biyografisi aslında filozofun sadece yaşamını değil teorisini ve kavramlarını da onunla birlikte düşünmeye çalışıyor. Bir anlamda yaşam olarak Deleuze’ü ortaya çıkarmak çabası denebilir. Sabitlenmelerin değil akışların devrede olduğu bir yaşamı göstermek belki de. Sadece dostluklar yok bu yaşamda anlaşmazlıklar da var Foucault ile olan ilişkisinde olduğu gibi ama burada bile kesin bir kopma olmadığını “birlikte düşünme” sürecinin devam ettiğini görebiliriz.
Yazar yaşamlarının okur açısında belli bir cazibesi vardır.
“Yazarın ölümün”den sonra metinle onun arasına bir sınır koymuş
olsak da okur için yapıtı kadar yaşamı da merak unsuru içerebilir.
Bu anlamda biyografi metinlerinin her dönem bir şekilde ilgiyi
üzerine çekmeyi başarmış metinler olduğunu düşünüyorum. Ama bu tür
metinlerde, şu önemlidir bana kalırsa yazarı, eserinin nesnesi
yapmamak ya da tam tersine eseri onun yaşamının nesnesi yapmamak
bir şekilde ikisini birbirinden özgürleştirmek. Ele alınan yazarın
yaşamını kronolojik bir çizgiye hapsederek, onun yolunun
patikalarını es geçmemek de biyografik metinler için önemli
fikrimce. Çünkü tıpkı zaman gibi yaşamda düz bir yolda ilerlemiyor,
sapmaları, kırılmaları, patikaları var.
Elbette bu söylediklerim daha çok biyografi metinleri hakkında,
yazarların çok farklı yönleriyle karşılaşıp -taciz, tecavüz,
ırkçılık- onun eserine tavır da alabiliriz. Çünkü eseri üzerinden
yükselen şöhret her zaman yazarı olumlu bir yere yerleştirmek
anlamını içermeyebilir, bu özne olarak okurun hakkı, bir yazarı
tamamen yaşamından çıkarabilir veya çok severek göklere
çıkarabilir. Eleştiri söz konusu olduğunda ise belli bir mesafeyi
korumanın olumlu olacağını düşünüyorum çünkü bu bizi sonuna kadar
övgüden ve yergiden koruyacaktır.
Runik Kitap’ın “Hayatlar” dizisi düşünürlerin ve yazarların
yaşamını çok sık tartıştığımız bugünlerde, okuru onların
hayatlarına yaklaştırıyor. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi yazar
yaşamlarının okur açısından cazibeli bir yanı var ve bu onlara
başka bir gözle bakmanın da yolunu açıyor. Bu açıdan Runik Kitap’ın
“Hayatlar” dizisinden çıkan metinlerden biri olan, Frida
Beckman’ın, Mete Akbaba çevirisiyle basılan, “Gilles Deleuze”
biyografisinden bahsetmek istiyorum. Metin, Deleuze’ün yaşamını bir
zaman çizgisine yerleştirmenin ötesine geçerek, onu daha çok
düşüncesini merkeze alarak değerlendirmeye çalışıyor. Çünkü
Deleuze’ü kronolojik bir hatta yerleştirmek ona da haksızlık olurdu
ki Beckman şuna işaret ediyor: “Deleuze’ün durumunda bir yaşama
odaklanıp ona kronolojik bir izah getirmek, yaşamın ifade ettiği
her şeyi tanımlayan ve ister istemez sınırlayan bir açıklama
sunmak, sırf Deleuze’ün yazarın yaşamı konusundaki görüşlerine
karşı olmakla kalmaz, bir bütün olarak felsefesine de ters düşer.”
Bu nedenle metin bize bir Deleuze tarihi vermiyor, onu yaşamının
yolundaki tüm sapaklarla birlikte, işin içine kavramlarını da
katarak ele alıyor. Böylece, onu bir başlangıç ve son çizgisinin
sınırında değerlendirmenin önüne geçiyor. Onun hem fikirsel anlamda
ilişkilenmelerini hem de başka düşünürlerle olan etkileşimlerini
devreye sokarak, aslında tek bir birey hikâyesine değil, çoklu bir
düşünceye açıyor kapıyı. Bu da önemli çünkü bir düşünürü incelemek,
onu bir deney masasına koyarak tüm organlarını ortaya koymak
şeklinde olmamalı. Ele alınan kişi kim olursa olsun onu tam
anlamıyla kesinlikli bir şekilde bilmenin mümkün olmadığını hatırda
tutmak, yaşamının tüm kıvrımlarına erişip onu apaçık hâle
getirmenin ötesine geçmek gerekiyor. Beckman’ın kitabında, dikkat
edilen, titizlik gösterilen tarafın bu olduğunu söyleyebiliriz. Bu
anlamda yazar Deleuze ve Guattari’nin birlikte geliştirdikleri
“düzenleme” kavramını devreye sokuyor, buna göre: “düzenleme
kavramı bireysel veya kişisel olan fikrine karşı çıkarken, bir
ifadenin bir özneye gönderme yapmak yerine ‘zorunlu olarak, ulusal,
politik ve sosyal bir topluluğun bir işlevi olarak vuku bulduğunu’
ileri sürer’. Beckman bunu Deleuze’den söz edebilmenin bir yolu
olarak görüyor, “bir egoyu, bir kişiyi veya özneyi belirtmek için
değildir bu; bireyi boydan boya kat eden yeğinliklerin ve
çoklukların bir ifadesi söz konusudur.” Metin boyunca yazarın bu
vaadini gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz bu nedenle kitabı sadece
bir düşünürün hayat tarihi olarak tanımlamamız gerektiğini
hatırlatalım.
ÇOCUKLUĞUN REDDİ NE ANLAMA GELİR?
Metin, Deleuze’ün çocukluğuyla başlıyor, burada bir şekilde
düşünürün çocukluğunu reddettiği görüyoruz. Kitapta sıklıkla
başvurulan kaynaklardan Dosse’un Deleuze biyografisinde bunun
nedenlerine dair iki sebep tespit ediliyor: “Bunlardan ilki
ebeveynlerinin burjuva, de droite [sağcı] ve eğitimsiz olmasıdır ki
bu durum bir aidiyet hissinden mahrum kalmasına yol açmıştır…
İkinci neden, müteveffa büyük ağabeyinin gölgesinde büyümesidir.
Savaş sırasında Georges Nazilere karşı direniş hareketine katılmış,
toplama kampına giden yolda ölmüştür. Böylece, Georges tapınılası
bir kahramana dönüşürken, Gilles hiçbir zaman onun kadar
parlayamamıştır…” Bir insan için düşününce bahsedilenlerin,
çocukluğuna olumsuz bakmasında etkili olabileceğini söyleyebiliriz.
Ancak bu kadar basit mi sorusunun cevabını Deleuze’ün kendi
düşüncesinde de bulabiliriz ki Beckman da böyle yapıyor, ona göre;
“Bu noktada vurgu kişinin kendi ‘çocukluğu’ fikrinde olmalı,
‘çocukluk’ mefhumunun kendisinde değil.” Çünkü “çocukluk mefhumu”,
“molar” bir yapı içerir yani tanımlanmış, sınırlanmıştır bu
bakımdan “oluşun” tam tersidir. Beckman Deleuze’ün çocukluğu ile
ilgili bu tutumunu, onun “oluş” fikri üzerinden ele almayı
öneriyor. “Molar” bir düşünmenin söz konusu Deleuze olduğunda, onu
anlama çabasında yetersiz kalabileceğini hatırlatıyor çünkü “Oluş,
Deleuze’ün felsefesinde anahtar bir kavramdır, zira Deleuze sabit
bir başlangıç veya bitiş noktası olarak varlığa değil, yaşam
sürecinin kendisi olarak oluşa odaklanmak istemektedir. Deleuze,
varlığı bir oluş sürecinin hedeflediği bir amaç olarak düşünmek
yerine, oluşun kendisini yaşamın asli koşulu olarak vurgular.”
Böylece, varlığın yaşamını başlangıç ve son olarak olarak
sınırlamanın önüne geçer. Çocukluk yaşamın bir dönemi olmaktan çok
onun başka boyutlarını düşünmeye alan açar, bir dönem içinde
sınırlı olmaktan çok akışın içine yerleşir ve Beckman bu nedenle
Deleuze’ün çocukluğuna dair yaklaşımını onun felsefesinin bir
özelliği olarak ele alıyor. Bu konudan biraz fazla bahsetme sebebim
kitabın yöntemine dair de fikir vermesi çünkü Beckman metin boyunca
Deleuze’ü sınırları belli bir yapı içerisine yerleştirmekten
kaçınıyor ve onu bir yaşam süreci içerisinde ele almaya
çalışıyor.
KARŞILAŞMALAR VE 'BİRLİKTE DÜŞÜNME'
Deleuze’ün yaşamında karşılaşmaların da önemli bir yeri olduğunu
görüyoruz. Edebiyat ve felsefe ilgisinde bu karşılaşmaların epey
rolü olmuş. Deleuze için bu karşılaşmalardan biri Pierre Halbwachs,
onunla özellikle edebiyat üzerine sohbetleri düşünürün yaşamında ve
yapıtında edebiyatın yerini tayin eden bir konumda diyebiliriz.
Diğer bir karşılaşma ise Mösyö Vialle’den aldığı felsefe dersleri,
bu dersler onda büyük bir etki bırakmış olacak ki şöyle diyor:
“Varoluşu ‘kavram’ denilen tuhaf şeylerin olduğunu öğrendiğimde,
bunun benim üzerimde başka insanlardaki gibi bir etkisi oldu,
muhteşem bir romanın karakterleriyle karşılaşıyormuşum hissini
yaşadım.” Deleuze, metinlerine temas edenlerin bilecekleri gibi
edebiyatla ilişkisini yaşamı boyunca eserlerinde sürdürüyor ancak
yapılacak bir iş olarak felsefeyi düşünmeye başlamasında, bu
karşılaşmanın rolü büyük ki şu cümlelerde bunu görüyoruz:
“Halbwachs edebiyatın ne olduğuna dair bir şeyler öğrenmeme
yardımcı olmuştu, ama felsefedeki daha ilk derslerimde bile ileride
yapacağım şeyin felsefe olduğunu biliyordum.” Bu nedenlerle
Beckman’ın metni ekseninde, Deleuze düşüncesinin ilk
kıvılcımlarının bu iki karşılaşmayla başladığını
söyleyebiliriz.
Deleuze hakkında konuşurken atlanmaması gereken bir şey de
devamlı bir diyalog çabası, “birlikte”, “bir arada” düşünme,
metinde bu konuda oldukça örnek var ki çok eleştirdiği “eski
düşünürler” hakkındaki yapıtları da biraz bununla ilgili. Bu
birlikte düşünme ve ortaya koyma çabası yine kitapta genişçe
bahsedildiği gibi Guattari ile ilişkisinde de görülüyor. Bu bir
dostluk ilişkisi olmanın ötesinde belli bir mesafeyi de içeren
“birlikte düşünme” ilişkisi olarak tahayyül edilebilir. Düşünür bu
anlamda hem farklı disiplinlerle, hem çağdaşı olan filozoflarla hem
de Hume, Kant, Spinoza gibi düşünürlerle çoklu bir düşünme
biçimiyle eserlerini ortaya koyuyor. Beckman da tüm bu
etkilenimleri devreye sokarak, Deleuze’ü düşüncesi içinden görmeye
ve anlamaya çalışıyor.
Frida Beckman’ın, “Gilles Deleuze” biyografisi aslında filozofun
sadece yaşamını değil teorisini ve kavramlarını da onunla birlikte
düşünmeye çalışıyor. Bir anlamda yaşam olarak Deleuze’ü ortaya
çıkarmak çabası denebilir buna. Sabitlenmelerin değil akışların
devrede olduğu bir yaşamı göstermek belki de. Elbette sadece
dostluklar yok bu yaşamda anlaşmazlıklar da var Foucault ile olan
ilişkisinde olduğu gibi ama burada bile kesin bir kopma olmadığını
“birlikte düşünme” sürecinin devam ettiğini görebiliyoruz. Kitapta,
Fransa 68 olaylarından, Şizo Kültür Konferansına, Deleuze
metinlerinin feminist teori içindeki yerine, düşünürün neden
apolitik olarak değerlendirildiğine, düşüncelerinin çağdaşlarına
göre neden daha geç dünyada yer bulduğuna, sağlık sorunlarının
yaşamına etkisine ve ömrünü yaşam üzerine düşünmeye adayan bir
filozofun intiharına kadar pek çok şey bir yaşam “oluş”a
ekleniyor.
Kısacası, Deleuze’ü hem fikirsel anlamda takip edebilmenin hem
de onu yaşam süreci içinde görebilmenin yolunu açıyor metin ayrıca
yazara ilk kez temas edecekler için de bir başlangıç olabilir çünkü
en azından kavramlarına aşinalık kazandırabilir diye düşünüyorum.
Son olarak, kitabın çabasını da anlattığını düşündüğüm bir Deleuze
cümlesi ile bitirelim: “Yaşam ölmez, organizmalar ölür. Her sanat
eseri yaşam için bir yol gösterir, çatlaklardan bir yol bulur”,
şunu söyleyebiliriz ki Deleuze düşüncesi dünyada çağdaşlarına göre
daha geç “çatlaklardan bir yol” bulmuşsa da hâlâ dünyayı anlamanın,
yaşama kuvveti bulmanın bir yolu olarak karşımızda duruyor.