Epey erken yaşlarda okuduğum Edgar Allen Poe’nun “Girdaba
İniş” hikayesi, -tıpkı Jerzy Kosiński’nin “Boyalı
Kuş”undaki fare dolu kuyu gibi- zihnimdeki en canlı ve en
ürkütücü imaja dönüşen okuma parçasıdır. Öyküde Norveçli bir
balıkçı, “Moskoe-ström” (Maelström) ismini verdikleri girdaptaki
kişisel deneyimini aktarır. Adam, kardeşleriyle balık tutarken
fırtınaya kapılıp girdabın içine doğru sürüklenmelerini ve bu
kaçınılmaz gibi görünen inişten nasıl kurtulduğunu anlatır.
“İlk başta herhangi bir şeyi gözlemleyemeyecek kadar
şaşkındım. Görebildiğim tek şey o korkunç ihtişamın görüntüsüydü.
Ama kendimi biraz toparlayınca içgüdüsel olarak bakışlarımı aşağı
yönelttim” der balıkçı. Dönüp duran su kuyusunda, hiç
çıkamayacağı gökyüzü tarafına değil de dehşetli sonu gösteren dibe
bakmaya karar vermek, her şeyin değiştiği andır.
Girdabın içinde dönüp duran, hep aynı yerdeymiş gibi görünen
çeşit çeşit nesneleri, eşyaları izlemeye başlar balıkçı. Fark
ettiği şey, o sarhoş eden döngünün içindeki küçük ama hayatî
ayrıntılardır: “Beni böylesine etkileyen şey yeni bir
dehşetin değil, daha heyecan verici bir umudun doğmasıydı. Bu umut
kısmen hatırladıklarımdan, kısmen de orada yapmış olduğum
gözlemlerimden doğuyordu”. Balıkçı hafızasındaki
parçaları hızla geri çağırır, daha önce yaşanmış dehşetli
fırtınaların ardından karaya vuran, fazla hırpalanmadan
kurtulanları düşünür hızlıca. Sonra etrafında dönüp duran,
beraberce düzenli bir biçimde derine doğru inmekte olan nesneler
arasındaki -ilk bakışta anlaşılamayan- farkları, girdabın içindeki
hız ve hareket çeşitliliğini gözlemeye başlar. Dönüp duran
parçalara, onlarla dönüp duran herhangi bir nesne olmaktan çıkarak
bakmayı becerir. Çok sayıda hayal kırıklığına neden olan yanlış
hesaplamalar da yapar elbette.
Biri panikle suya atlayıp kaybolan, diğeri sıkı sıkı tutunduğu
tekneden hiç ayrılmayan iki kardeşinin suların derinliklerinde
kayboluşunu izleyen balıkçı, uzun gözlemler sonunda diğer her
şeyden daha yavaş batmakta olduğunu gördüğü bir fıçıya kendisini
bağlayarak yukarıda kalmayı başarır. Anafor sakinleşip o hipnotize
edici dönüş yavaşladığında, her şeyi yutmaya muktedir o korkunç
kuyunun kenarında kalabildiği için kurtulur. Hafızasının en ücra
köşelerinden kazıdığı deneyimlerin, dehşetin sakladığı önemli
detayları görmeyi becerecek gözlem çabasının verdiği ilhamla
hayatta kalır. Hayli kısa öyküden, benim çocuk aklımda kalan kritik
iki noktadan birincisi; kaybedilen ve uzaklaşan gökyüzüne bakmak
yerine, korkuyu çağırdığı için kaçınılan derine bakma cesaretiydi.
İkincisi de, her şeyi yönetiyormuş ve karşı konulamaz gibi duran
dehşetli döngünün içindeki farkları gözlemlerle ayrıştıran, kısa
yenilgilere rağmen yılmayan akıl yürütme gayreti. Ürkütücü tarafa
yüzünü çevirecek cesareti, yeterince bakacak sabrı göstermek ve
bağlantıları, ilişkileri görebilecek gözlemleri yapabilmek.
Bu öyküyü yeniden hatırlamama yol açan, geçen hafta
Medyascope’da Ruşen Çakır ile yaptığımız “Haftaya Bakış”
programındaki siyasî türbülans hakkında konuşmalarımız.
Mafya-siyaset-devlet ilişkileri, iktidarın iç dengeleri hakkında
akıl yürütürken; tekrar eden ekonomik, siyasî, toplumsal krizleri
tartışmaya çalışırken veya sağanak halinde gelen siyasî gündem
gelişmeleri karşısında, sık sık kendimizi büyük girdabın ortasında
buluyoruz. Dönüp duran ve içinde sürüklenen her şeyi aşağıya doğru
çeken, büyük bir gürültü eşliğinde dehşetli bir korku salan, sonuna
varılmamış derin bir kuyu gibi. Kafayı yukarıya kaldırıp bakınca
bir daha hiç görülemeyecek kadar uzaklaşmış bir gökyüzü ve nefes
almanın giderek zorlaştığı koyu bir karanlık. Dönüp duran hareketli
kuyuda, çeşitli kereler önümüze tekrar tekrar gelen “tanıdık”
nesneler, yüzler, olaylar. Bir taraftan hep aynı şeyi izlediği
zannıyla aynı yerde durulduğu yanılsaması, diğer taraftan hiç boş
kalmayan bir sahneyi takip ederken sürekli bir hareket ve yenilik
hissini yaşamak. Nereden bakılsa aklı bulandıran, kafayı karıştıran
ve her halde yorgun düşüren bir yılgınlık.
Birdenbire zuhur eden ve hemen kapanacak bir girdap değil bu. On
yıllardır devam eden, aynı dehşetli sahneleri tekrarlayan, korkuyla
beklenen sonu büyük bir uğultuyla sürekli canlı tutan bir anafor.
70’lerde, 80’lerde, 90’larda ve sonrasındaki her on yılda, bazen
aynı yüzlerle, bazen yenilenen çehreleriyle kendisini gösteriveren
döngü. İçinde siyasetin, paranın, iktidarın, korku imparatorluğu
parçalarının ve sembollerinin bata çıka yüzdüğü ama hep
birbirlerini iterek-tutarak içeri çektiği ya da dışarı attığı bir
kuyu. Herkesi korku ve şaşkınlık yanında alışılmış yeknesaklıkla
tutsak eden dipsizlik. Haftalardır Sedat Peker’in anlattıklarını
izliyor milyonlarca insan. Kimi hiç bilmediklerini işitmek için,
kimi bildiklerini-duyduklarını bir de ondan dinlemek için, kimi de
onun söylediklerini duyan birilerinin yüzünü hayal etmek için büyük
bir iştahla seyrediyor videoları. Ancak vakaların ve aynı isimlerin
tekrar sahne alması, yenilenmiş tekerrür dışında, hep aynı
olan-kalan bir başka şey daha var: Tıpkı daha önceki MİT
raporlarında, itirafçı ifadelerinde, devletin soruşturma
dosyalarında olduğu gibi, sadece “onların” kusmak istediklerine ve
birbirlerine nasıl sarıldıklarına veya kaçarak nasıl
uzaklaştıklarına bakıyoruz.
Türkiye’de mafya, siyaset, para ve devlet arasındaki kirli
ilişki örgüsü, bunların anlaşma ve çatışmalarından türemiş iktidar
kombinasyonlarındaki gelişmelere bağlı olarak, arada sırada
ortalığa dökülüveriyor. Ancak çoğunlukla hatta aslında daima,
iktidarın (devletin) kendi iç kavgalarından sıçrayan kan veya
pisliklerle görünüyor gözümüze. Bazen bir kamyona çarpan
otomobilden bazen kendisi de derin olan elin tuttuğu kalemden bazen
de bir mafya reisinin tripod ve kamerasından. Ve neticede onu açığa
çıkartan kapışmanın kim tarafından hangi biçimde sonlandırıldığına,
hangi uzlaşma ile yatıştırıldığına bağlı olarak -yeniden ortaya
çıkıncaya kadar- gömülüyor derinlere. Bu, defalarca yaşandı
Türkiye’de. Başka ülkelerin yaşadığı “temiz eller” kampanyalarına,
hesaplaşmalarına özenildiği oldu, toplumsal talebin yükseldiği,
medyanın aşırı heveslendiği de görüldü ama genel durum pek
değişmedi. Kirli olan ittifakların, iktidarların güçlü olduklarında
kapalı, zayıfladıklarında açık hale gelen bu döngü ile bunun pek
yadırgatıcı olmaması hep devam etti.
Başta da söylediğim gibi, Poe’nun “Girdaba İniş”
hikayesini bana hatırlatan, pek çok şeyi aşağıya çekmeye başlayan
anaforun iyice hızlanmış olması. Debelene debelene dibe doğru
inenler, inerken tutunduğu her şeyi aşağıya çekenler, sarıldıkları
ve güvenli sandıkları teknelerden ayrılamadıkları için köpüklerin
arasında kaybolanlar birer birer geçiyor gözümüzün önünden. Hiç de
hayırlı bir sona ilerlemeyen bu kırık dökük parçalara dikkat
kesilince veya olağanüstü gürültüyle hızlanan ritme kapılınca, aynı
sürüklenmenin içinde olup belki de aynı sona doğru ilerlendiği
unutuluyor. Dönüp duran kalabalığın tamamının aynı biçimde hareket
ettiği ya da beraber dönüp duranların teker teker battıkları fikri
ise eş zamanlı yanlışlar. Oysa “Moskoe-ström” girdabından kurtulan
balıkçının cesaretine ve aklına ihtiyaç var. Gözünü kapatıp sebep
olduğuna inanılanlara lanetler sıralamak, hâlâ görünmekte olan
gökyüzüne dönüp gelecek mucizeyi ummak çok sonuç vermiyor.
Cesaretle korkutucu olana dikkatle bakmak, sabırla olup bitenin
ayrıntılarını gözlemek, kurtulmuşların hikayelerini hatırlamak ve
yukarıda kalmanın yolunu bulmak. Temiz siyasetin devletin ihtiyacı
olmaktan çıkıp toplumun talebi olması. Helalleşmek yerine,
yüzleşmek ve hesaplaşmak.