“Anadolu Turnesi”, yaşam biçimleri ile yaptıkları müzik arasındaki bağı korumaya çalışan bir grup ile bildiğinin dışındaki şeylere mesafeli yaklaşan taşra insanının, bütün karşılıklı iyi niyetli çabalara rağmen kurulamayan ve belki de kurulması artık imkânsız bağa dair çarpıcı bir gözlem.
Deniz Tortum ve Can Eskinazi’nin ilk gösterimi 17'nci !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde gerçekleştirilen belgeselleri “Anadolu Turnesi”nin basın bülteninde şöyle bir ifade yer alıyor: “Anadolu rock’tan gazlarını alıp…”
İyimser bir niyet kuşkusuz ama sonuç kendi tabirleriyle ‘saykedelik’ rock grubu Venus Music Peace Band ve ‘Anadolu halkı’ için ne kadar benzer tartışmalı. Film dört kişiden mürekkep Venus Music Peace Band’in 2014 yazında minibüse atlayıp Anadolu kentlerini dolaşarak halka açık konser verme planları yaptığı sahneyle açılıyor. Önce kısaca grup üyelerini, çevrelerini ve yaptıkları müziği tanıyoruz. Ardından kamera da onlarla birlikte düşüyor yollara. Yol boyunca Eskişehir, Afyon, Ankara, Kayseri, Kapadokya, Mersin ve Amasya’da verdikleri/veremedikleri konserleri takip ediyoruz bir yandan. Diğer yandan da dönemin siyasal gündemi filmin fonunu oluşturuyor. Çünkü turnenin gerçekleştirildiği dönemde Tayyip Erdoğan ve Ekmeleddin İhsanoğlu arasındaki cumhurbaşkanlığı seçimi mücadelesi de sürüyor. Yönetmenler gerek sokağın dilini gerekse televizyon/radyo haberlerini kullanarak ülkenin siyasal gündemini filmin içine ustaca yedirmeyi başarıyorlar.
“Anadolu Turnesi”, Türkiye’de siyasal alanın belirlediği gündelik hayatın, müzik gibi bir kültürel üretimin kitlelere ulaşması konusunda çizdiği sınırları göstermesi açısından oldukça çarpıcı bir film. Öte yandan bugünün Türkiye’sindeki “Anadolu”ya dair önemli sosyolojik gözlemler de barındırıyor. Öncelikle Venus Music Peace Band, ortalama çeşitliliğe sahip bir dinleyicinin bile canlı dinlerken zorlanabileceği türden doğaçlama müzik yapıyor. Ancak, yaptıkları müziği insanlara ulaştırmaktaki kararlılıkları ve samimiyetleri su götürmez. Hatta kaç kişinin onları dinlemeye geldiğini umursamadan, bir kişi bile olsa mutlu olarak yollarında ilerlemeleri takdire şayan.
Zaten bir süre sonra film bir ‘müzik belgeseli’ olmaktan çok sosyolojik ve kültürel gözlemlerle dolu bir yapıya bürünüyor. Kimi kentlerde küçük de olsa ilgi görüyorlar kimi kentlerde kendi başlarına çalıyorlar neredeyse. Örneğin Kayseri’de kent içinde çalamadıkları için kente hâkim bir mesire alanında icra ediyorlar müziklerini. Bütün bu serüven Türkiye taşrasına dair fikirler de veriyor izleyiciye. Muhafazakârlığın yalnızca siyaseten değil, günlük hayatta da temel belirleyicilerden birisi olduğunu bir kez daha fark ediyoruz. Grubun yaptığı müziği baştan sona izleyen de, bir süre dinleyip sıkılan da, uzaktan bakmakla yetinen de bilmediği, tanımadığı bu yeni müziğe karşı mesafeli durmaya ve hayatına sokmamaya meyilli ve hatta kararlı görünüyor. Bunu kameranın gruptan ayrılıp, dinleyicilere yöneldiği ve onların düşüncelerini aktardığı bölümlerden anlıyoruz en çok. Ama (en azından bize gösterilen kısımda) fiziki ya da sözlü bir taciz, engelleme de söz konusu olmuyor. Böyle bir müziğin olabileceğine dair hoşgörü, kendileri için olmayacağına dair bir önyargı ile bertaraf ediliyor bir anlamda.
Ancak kanımca bu hikayenin bir tarafı. Diğer taraf yani müzik grubu ve onları takip eden yönetmenler için de gözlemlerle dolu bir içeriği var “Anadolu Turnesi”nin. Hazır yönetmenler bahsini açmışken, ‘teknik’ bir konuya dikkat çekmeden geçmeyelim. Film iki saate yakın süresiyle oldukça uzun. Kentlerdeki durumun giderek birbirine benzemesi nedeniyle tekrar hissi uyandırıyor. Kuşkusuz bu tekrarların hikaye için önemi var ancak biraz daha işlevsel ve kısa tutulabilse tempo açısından daha verimli olabilirmiş gibi.
Buradan devam edelim. Film, gidilen kentlerdeki insanlarla, dinleyici ve halkla arasına koymayı başardığı mesafeyi grup üyelerine koymakta zorlanıyor kimi zaman. Kuşkusuz bu zor bir durum. Ancak, her anlamda (ekonomik, kültürel, siyasi, lokasyon vb.) zor bir turnenin grup üyeleri üzerinde yarattığı etkileri görmek biraz zorlaşıyor. Ya da belki şöyle söylemeliyiz: Tıpkı kentlerde değişmeye, yeni olana direnen kitleler gibi grup üyeleri de yaptıkları müzikte, bu müziği kitlelerle buluşturma çabalarında sabit fikirliler. Bu durum sanki her iki taraf için de karşılıklı bir inatlaşmaya dönüşüyor duygusu uyandırmıyor değil. Bu benim naifliğim olabilir belki de ama “biz böyle müzik severiz” ile “biz de böyle müzik yaparız” şeklinde kurulan bir ilişkide karşılıklı geçişkenlik imkânı da kalmıyor. Ki, Kayseri’nin tepelerinde “halktan gelen talep” üzerine Gesi Bağları türküsünü enstrümantal çaldıklarında böylesi bir geçişkenlik bir an için inşa ediliyor. Nihayetinde Anadolu rock’tan alınan gaz, bugünün siyasal ve kültürel atmosferinde benzer sonuçlar doğurmuyor maalesef.
“Anadolu Turnesi”, yaşam biçimleri ile yaptıkları müzik arasındaki bağı korumaya çalışan bir grup ile bildiğinin dışındaki şeylere mesafeli yaklaşan taşra insanının, bütün karşılıklı iyi niyetli çabalara rağmen kurulamayan ve belki de kurulması artık imkânsız bağa dair çarpıcı bir gözlem.