Ridley Scott kendisinden şüphe duymaya başladığımız anlarda bazı ‘parıltılar’ veren yapımlar çıkararak kendini hatırlatan bir isim. "Gladyatör" devam filminin ilki kadar başarılı olmayacağını bizim gibi kendisi de biliyordu herhalde ama onun gibi büyük bir yeteneğe sahip olunca ortalama bir film bile rahatça izlenebilir ve keyif alınabilir oluyor!
Son filmlerinden biri (ve bizce bir fiyasko) olan "House of
Gucci"yi izledikten sonra yönetmen Ridley Scott hakkında
düşüncelerimizden bahsetmiştik. Kısaca hatırlatmamız gerekirse:
Scott hiç kuşkusuz çok büyük bir yönetmen. Kariyeri boyunca birçok
başyapıt sayılabilecek, hatta artık sinema antolojilerine
girebilecek derecede başarılı, ‘kült’ mertebesine ulaşmış filmlerin
altında imzası olan bir isim. Oldukça ileri bir yaşta (86) olmasına
rağmen halen inanılmaz bir verimlilikle filmler üretmesi de takdire
şayan!
Ancak yine hatırlatmamız gerekir ki yönetmen son döneminde belli
bir form düşüklüğü yaşıyordu. Birkaç istisnai örnek dışında
çoğunlukla sanki ‘yerinde sayan’ bir izlenim veriyor; "Alien" gibi
eski zaferlerine sarılarak onların devamlarını veya
‘presequel’lerini sunmakla yetiniyordu. Bu filmler belli bir
düzeyin altına inmese de eski ‘parıltılı günlerinin’ etkisini
yaratmaktan uzaktı!
Scott bu sefer de zamanında büyük başarı kazanmış ve Oscar
akademisi dahil birçok kesimin takdirini toplamış "Gladiator"
filmine tam 24 sene sonra bir devam bölümü eklemeyi tercih ediyor.
Yönetmenin özellikle tarihsel temalı (savaş) filmlerine ne kadar
tutkulu olduğunu ve özellikle ilk "Gladyatör"de ne kadar parlak bir
iş çıkardığını hesaba katarsak bu, yerinde bir karar gibi
duruyor.
Ama projenin ve dolayısıyla yönetmenin de göz ardı ettiği bir
şey var: Artık ‘o günler biraz geride kalmış’: Roma
İmparatorluğu'nun çalkantılı ve hassas politik dönemi artık bir
yenilik taşımıyor. Senaryo eskisi kadar derinlikli ve özgün
durmuyor. Ve bir iki isim dışında tamamen yenilenmiş oyuncu kadrosu
eskisinin yanında oldukça sönük kalıyor. Tabii ki bu konuları
açacağımızı not düşerek konudan kısaca bahsedelim:
Roma İmparatorluğu, M.S 190’lı yıllarda (ilk filmin M.S 180
yılında geçtiğini ve bu devamın da 16 yıl sonrasını anlattığını
düşünerek bu tarihi belirliyoruz) halen gücünün zirvesindedir ve
son olarak Afrika kıtasındaki bütün ülkeleri teker teker
fethetmektedir. Son olarak (sanırız günümüzde Numedya ülkesi) ele
geçirilen ülkede ordu kumandanı Lucius yenilir ve Romalılar
tarafından esir alınır. Zamanında, çocuk yaşta kaçtığı
imparatorluğa köle olarak dönen Lucius babası Maximus’un izinden
giderek önce bir gladyatör olacak ardından da savaşta karısının
katili olan Roma subayı Marcus Acacius’dan intikam alma planı
yapacaktır.
Gladyatör 2 (2024)
RİDLEY SCOTT’IN NİHİLİZMİ…
‘Bütün bu anlar sonsuza kadar zamanın içinde kaybolacak… Aynı
yağmur damlaları gibi…’. Artık kült olmuş bu replik Scoıt’ın bilim
kurgu başyapıtı "Blade Runner" filminin sonunda Rutger Hauer’in
canlandırdığı ‘replikan’ tarafından söylenmişti. Bu sözleri duymak
kuşkusuz bir tesadüf değildi (her ne kadar oyuncu tarafından
doğaçlama olarak yapılsa da). Yönetmenin neredeyse bu konuşmayla
filmini bitirmesi, nihilist, megaloman ve mizantrop karakterinin
sinematografik açıdan zirveler yaşamasının önünü tıkamayacağını
hatta bütün bu negatif görünen özelliklerin sinemasını bir anlamda
besleyeceğini müjdeliyordu.
Yakın zamanda Francis Ford Coppola’nın son filminde olduğu gibi
Scott bir kere daha odağını bütün zamanların en güçlü
İmparatorluklarından biri olmuş Roma’ya çeviriyor ve yine burayı
politik açıdan adeta alev alev olduğu, baskıcı bir imparatorla
senatörlerin çekiştiği, her an devasa bir ayaklanmanın çıkabileceği
bir ortam gibi sunuyor. Bu ‘tekrar’ kokan Roma tasviri aslında
yönetmenin yıkılmakta olan medeniyetlere veya tarihi figürlere olan
ve obsesyona varan tutkusunu da işaret ediyor. Scott, ilk
"Gladiator"de denediği bu yaklaşımı bu filminin bir devamdan ziyade
bir ‘reboot’ gibi görünmesini göze alarak tekrarlıyor. Peki iyi mi
ediyor? Tartışılır…
Scott, çoğu zaman çok üst bir mertebedeyken bir anda her şeyini
kaybeden karakterleri filmlerinde sunarken bazı eski büyük
‘üstatlardan’ da esinlenmeyi ihmal etmiyor: Örneğin "Exodus"
filminde Cecil B. DeMille, "The Last Duel" filminde ise Akira
Kurosawa’nın (Rashomon) etkileri görülüyor.
BABANIN İZİNDE GİDEMEMEK…
Bu ikinci "Gladyatör" her ne kadar ilk filmde tek başına
İmparator'a karşı çıkan (hatta sonunda da bizzat öldüren)
Maximus’un izinde gitmeye çalışan oğlu Licius’u anlatsa da bizce
hem filmin dramatik yapısında hem de asıl amaca giden motivasyonlar
açısından büyük farklar var.
Öncelikle ilk filmde Maximus muharebe alanlarında büyük
başarılar kazanmış bir kumandanken, ölen baba İmparator’un oğlu
Commodus tarafından siyasal bir ‘tehdit’ olarak görülüp öldürülmeye
çalışılıyordu. Babası Marcus Arelius’un tekrar (ilk dönem tabii)
Roma cumhuriyeti kurma hayaline karşı çıkıp tek başına imparator
olmak isteyen Commodus, Maximus’u ortadan kaldırmaya çalışmakla
yetinmeyip askerlerini Maximus’un köyüne gönderip onun karısını ve
henüz çocuk yaşta oğlunu hunharca katletme ve köyünü de ateşe verme
emrini vermişti. Bu trajedi Maximus’u yıkıyor ve bir intikam
duygusu doğursa da aynı zamanda da asla onarılmayacak bir dram
atmosferi yaratıyordu. Maximus ne yaparsa yapsın içindeki bu öfke
ve acı ateşini söndüremiyor sanki intikamını alsa bile asla tam
anlamıyla huzur bulamayacağını bize hissettiriyordu. Dolayısıyla
baş karakter tam anlamıyla dramatik bir karakterdi.
Gladyatör (2000)
Bu devam filminde ise Lucius da savaş sırasında karısını
kaybediyor ve sonrasında onun intikamını almaya çalışıyor ama
unutmamız gerekir ki bu filmde karısı da bir asker… İlk filmde
katledilen masum sivil insanlardan biri değil. Dolayısıyla onun
kaybı bir çarpışmada gerçekleşiyor (tek taraflı) bir katliamda
değil!
Dolayısıyla bu durum hem Lucius’un intikam duygusunu özel ve
kişisele indirgiyor hem de babası Maximus gibi sürekli ‘iç
şeytanlarıyla’ boğuşmasının önünü tıkıyor!
Ancak bizce asıl ilginç olan bu ‘dramatik’ eksikliğe rağmen
Scott, filmini politik bir havaya sokmaktan çekinmiyor hatta belki
ilk filminden bile daha ‘engaje’ bir yola sokuyor. Zalim Commodus’u
adeta ‘aratan’ ikiz krallar Geta ve Caracalla ‘decadence’ın dibine
vurmuş, sadist, umursamaz, gaddar ve inanılmaz derecede kendini
beğenmiş karakterler… Dolayısıyla filmde halkın bu krallara karşı
‘homurdanmalarını’ ve her an onları devirmeye yatkın olmalarını çok
daha net bir şekilde görüyoruz.
GLADYATÖR ARENASI ARTIK BİR SİRK ALANI!
İlk filmde var olan ve bu filmde de beklentilerin en yüksek
olduğu arena sekanslarında ise Scott olayların gerçekçiliğinden
taviz vererek daha renkli ve hatta belli ölçülerde daha eğlenceli
mücadeleler sunuyor. Vahşi maymunlarla çarpışılan veya (fazla
detaya girmeden söylersek) ‘suda’ yapılan mücadeleler inandırıcılık
sınırlarını oldukça zorlasa da dikkati ayakta tutan, zevkli
sekanslar! Her ne kadar yönetmen epik anlatım gayretini giderek
genişleyen kadrajlarla ve bazen biraz ‘aşırı’ kokan CGI üretimi
yaratıklarla desteklese de…
Oyunculara bakacak olursak ne yazık ki ciddi bir ‘gerileme’
mevcut…
Gladyatör 2 (2024)
Öncelikle filmin asıl kahramanı Lucius’u canlandıran Paul Mescal
bağımsız bir filmde belki ‘kabul edilebilir’ bir karakter
yaratabilecekken onu Russel Crowe’un oyunculuğuyla
karşılaştırdığımızda hasar büyük oluyor. Mescal kuşkusuz ciddi bir
egzersiz sürecinden geçmiş ve elinden geldiğince Crowe’un boşluğunu
doldurmaya çalışıyor ama bizce hem karizması hem beden dili hem de
duygusal yanı Maximus’un çok gerisinde kalıyor. Hatta bazı
sahnelerde donuk kaldığı bile söylenebilir. İlk filmin ‘geriye
kalanlarından’ Lucilla ise filmde geçmişle gelecek arasında bir
‘köprü’ görevi üstleniyor. Connie Nielsen’i bu kadar sene sonra
aynı rolde görmek sevindirici ama ilk filmle karşılaştırırsak
oldukça geri planda kaldığını kabul etmemiz gerekir. Yine ‘eski
ekipten’ usta oyuncu Derek Jacobi isyankar senatör rolünde şöyle
bir görünse de sanki Lucius’un kralları devirme planından
bahsedince: ‘Biz bunun alasını babanla yapışmıştık delikanlı!’ der
gibi bir hali var. Kötü krallar Geta ve Caracalla’yı canlandıran
Joseph Quinn ve Fred Hechinger ise nefret etmekten zevk alacağımız
karakterler yaratabilecekken abartılı performansları biraz
karikatür duruyor.
Dolayısıyla elimizde kalan tek üst düzey performans Macrinus’a
hayat veren büyük oyuncu Denzel Washington’dan geliyor. Başta ilk
filmdeki Proximo gibi önce Lucius’un ‘sahibi’ sonra mentor’u
olabilecekken senaryo çok ayrı bir kanala giriyor ve onu
entrikalarla dolu bir iktidar savaşı içine sokuyor. Washington her
zamanki yeteneği ile bu karaktere hem bir derinlik katıyor hem de
hoş ‘gri alanlar’ bırakıyor. İsmini bir kenara bırakarak bile
filmin asıl yıldızının o olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sonuçta Ridley Scott kendisinden şüphe duymaya başladığımız
anlarda bazı ‘parıltılar’ veren yapımlar çıkararak kendini
hatırlatan bir isim. Bu devam filminin ilki kadar başarılı
olmayacağını bizim gibi kendisi de biliyordu herhalde ama onun gibi
büyük bir yeteneğe sahip olunca ortalama bir film bile rahatça
izlenebilir ve keyif alınabilir oluyor!