Göç rakamlarıyla ilgili saplantı sayılardan fazlasını ifade ediyor
Göçle ilgili korkulara kapılan yazarların, İngilizlerin büyük kısmının yabancı düşmanlığını reddettiğini anlaması gerekiyor.
Jonathan Portes
DUVAR - Küreselci seçkinlerin Avrupa’daki beyaz nüfusu Müslüman ve/veya siyah göçmenlerle desteklemeyi planladıklarını öne süren bir komplo teorisi olan “Büyük İkame [yer değiştirme]”, ilk olarak Fransız beyaz-milliyetçi yazar Renaud Camus tarafından formülleştirildi.
Fransız tarihinin bir trajediye dönüşmesi alışılmadık bir durum değilken, İngiliz tarihi saçmalığıyla ön plana çıkıyor –Büyük İkame teorisi Christchurch’teki toplu katliamı gerçekleştiren Brenton Tarrant’a da ilham vermişti-. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru, muhafazakâr Milletvekili Arthur Brookfield’ın bir “siyasi hiciv” olan Simiokrasi’si, iktidara iyice yerleşmeye kararlı olan liberal bir hükümetin oy hakkını Borneo’dan gelen milyonlarca gorile varıncaya kadar nasıl genişlettiğini anlatır.
Ne var ki bu yalnızca bir şaka değildi; aslında güncel tartışmaları yansıtıyordu. 1903 yılında Stepney bölgesinin muhafazakâr Milletvekili William Evans-Gordon, “İnsanlar Aldgate’in doğusuna gidince yabancı bir kasabaya giriyor” diye şikayet ederken, “büyük bir İbrani topluluğunun bir Hıristiyan ülkesinde yerleşme çabasının asla başarılı olamadığı bir gerçektir” diyordu.
‘ENDİŞELİ’ BEYAZLARIN TEMEL DÜRTÜSÜ
Bir yüzyıl sonrasında, İngiliz yazar ve yorumcu Douglas Murray tarafından yazılan ‘The Strange Death of Europe’ [Avrupa’nın Tuhaf Ölümü], esasen Büyük İkame teorisinin telgraf okuma dersleri için hazırlanan basitleştirilmiş bir versiyonuydu. Murray, kendisini Enoch Powell’ın kışkırtıcı söyleminden uzak tutarken, uzun zaman boyunca Powell’ın, göçün demografik etkilerini hafife aldığını öne sürdü ve Evans-Gordon’ın iddiasını yineleyerek şunları söyledi: “Londra yabancı bir ülke haline geldi. Londra’nın 33 ilçesinin 23’ünde ‘beyaz Britanyalılar’ artık azınlık durumunda.” O halde, Siyah ya da Asyalı İngilizler, burada doğmuş olsalar bile ve İngiliz olarak tanımlanıp tanımlanmadıklarına bakılmaksızın yabancıdır ve bu elbette Powell’ın da onayladığı bir duygu.
Bununla beraber, etnik ve demografik [nüfusla ilgili] değişimden dolayı kaygılanmanın bir şekilde ırkla ilgili olmadığı, bundan ziyade sayılarla ya da ‘değişim hızı’ veya ‘kültür’ ile ilgili olduğu yönündeki iddia hala savunuluyor: Örneğin, Lionel Shriver, bu hafta Spectator’da yayınlanan yazısında, “Bu tamamen ırkla ilgili bir şey değil... Herhangi bir yerde, ‘ötekinin’ oranı, nasıl tanımlanırsa tanılansın, kritik ve belki de ölçülebilir bir istatistik sınırını aştığında, o yerde doğmuş olanlar tüm yeni etnik restoranlar hakkında duydukları heyecanı yitirir ve kızmaya başlarlar” diye yazdı.
Bunun haricinde, Shriver’ın ‘öteki’ tanımı söz konusu olduğunda, kavram gerçekten de ırka dayanır. Kendisinin söylediği üzere, etnik azınlık kökenli nüfusun artan oranına dair uzun zamandır dillendirilen şikayetlerin ortasında: “Beyaz Britanyalıların anavatanlarındaki şecereleri çoğunlukla yüzlerce yıl öncesine dayanıyor. Bununla birlikte, ülkenin asli sakinlerinin İngiltere’de (belki de 2060’lı yıllarda) bir tür keder belirtisiyle ama çok daha az şaşkın bir biçimde azınlık olmakla yüzleşmeleri artık ırkçı ve sınırı aşan bir yaklaşımdır” diyor.
KOMPLO TEORİLERİNE TUTUNAN IRKÇILIK
Benzer biçimde, önde gelen bir kalkınma ekonomisti olan Sör Paul Collier şunları yazdı: “2011 nüfus sayımı, yerli İngilizlerin kendi başkentlerinde azınlığa dönüştüğünü gözler önüne serdi.” ‘Yerli’ derken, tıpkı Shriver ve Murray gibi o da ‘beyaz İngiliz’ olarak sınıflandırılanları kastediyor ki bu beni de içeriyor ama konunun muhatabı olan göçmen ebeveynlerimiz son birkaç yıl içinde Londra’ya gelmelerine rağmen örneğin partnerimi içermiyor.
Bu görüşün entelektüel bağlamdaki savunması için şu anda eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu’nda komisyon üyesi olan David Goodhart’la birlikte “ırksal bireysel çıkarları” savunan, Birkbeck Koleji’nde siyaset profesörü olan ve göç ve demografik değişim üzerindeki etkisi söz konusu olduğunda bunun mutlaka ‘ırkçı’ olması gerekmediğini savunan Eric Kaufmann’a bakabiliriz. Kaufmann açısından bu, İngiltere’nin, beyaz göçmenlerin Shriver’ın ‘asli sakinleri’ için daha makbul olacağı gerekçesiyle beyaz göçmenler yönünde açık bir tercihte bulunmasının rasyonel ve meşru olacağı anlamına geliyor.
Bu arada, ‘Whiteshift’ adlı kitabında, göründüğü kadarıyla hiçbir ironi içermeyen ‘Beyaz Soykırım Teorisi tamamen yanlış mı?’ başlıklı bir bölüm mevcut. Gerçekten de “beyaz milliyetçilerin dönüşümcülük suçlamasının bir gerçeklik” ve liberal seçkinlerin gerçekten de bunun sorumlusu olduğu ama aslında ülkenin ırksal yapısını değiştirmek için düzenlenmiş bir entrika olmadığı neticesine ulaşıyor. Ne var ki Shriver, “çağımızın solu nezdinde beyaz olmayan kültürlerin korunması, kollanması ve desteklenmesi gerektiğini, ‘kötü’ Avrupa kültürlerinin ise alt edilmeyi hak ettiğini” savunarak tam anlamıyla komplo teorisine batıyor.
Bu tartışmaların tamamı temel bir dayanağı paylaşıyor: Vatandaşlar olarak, hemşerilerimiz söz konusu olduğunda ilgilendiğimiz hususun onların etnik kökenleri ya da soyları olduğu; atalarımızdan devraldığımız, bizi ‘İngiliz’ yapan yahut yapmayan asli ya da doğuştan gelen bir şey var ve bununla bağlantılı biçimde, göçler zaman geçtikçe (hem bireysel hem de ülkesel bazda) bir şekilde ‘daha az İngiliz’ olmamız anlamına gelecektir.
HİÇBİR DAYANAĞI OLMAYAN KAYGILAR
Komplocu paranoyayı görmezden gelsek dahi, bu iddianın kanıtı neredeyse mevcut değil. Shriver’ın garip istatistikleri, eğer atalarınızdan herhangi biri beyaz İngiliz değilse, anlamı her ne olursa olsun ‘asli hemşerilerden’ biri olmadığınızı söylemek amacıyla “bir damla kan” kuralını uyguluyor gibi görünüyor. Gerçekte, hayatını burada sürdüren insanların büyük kısmı (kökeniniz ne olursa olsun) Britanyalı (ya da İngiliz, İskoç, Gallerli ya da Kuzey İrlandalı) diye tanımlanır ve sosyal davranışlar çoğunlukla farklılaşmak yerine benzeşir.
Son birkaç yıl içerisinde, hükümetin Hong Kong’dan ve denizaşırı bölgelerden gelen İngiliz vatandaşlarına ve bakmakla yükümlü olduğu insanlara vize verme konusundaki gerçekten cesur tavrına karşı neredeyse herhangi bir kötü tepki olmamasının ve son haftalarda buraya sığınmak isteyen Afganlara destek sağlanmasının ve sempati gösterilmesinin de kanıtladığı üzere, İngiliz halkı göç ve İngiltere’ye etkileri hususunda gittikçe daha olumlu bir tavır benimsedi.
Bundan ötürü, Shriver’ınkine benzeyenler ile Times’dan Clare Foges’un biraz daha görünmez şekilde yabancı düşmanlığı içeren örnekleri gibi eşit düzeyde tutarsız olan makalelerin, tam de şu anda, Afgan krizinin tam ortasında yayınlanması bir tesadüf olamaz. Güya her ikisi de ‘iyi’ Afgan mültecilere hizmet ederken, “davet edilmeyi beklemeyecek” ve bunun yerine “insan kaçakçılarının kamyonlarına ve teknelerine” doluşacak çok daha fazla sayıda sığınmacıyla karşı karşıya kalacağımız hususunda uyarıda bulunuyorlar.
Başka bir deyişle, [onlara göre] cömertlik yalnızca zayıflıktır ve açıklık politikası bizi savunmasız kılar; bunun aksine, yabancı düşmanlığı, yalnızca doğal ve insanidir. Tarihin de bizlere gösterdiği üzere, bu yönde düşünen kimi insanlar daima var olacak ama bu durum geri kalanlarımızın da onlar gibi davranması gerektiği anlamına gelmiyor.
Makalenin orijinali The Guardian'da yayımlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)