Bir yanda yükselen göçmen karşıtlığı diğer yanda hak savunucularının insani direnişi, iç içe geçmiş halde. İkitelli’de yaşanan linç girişimi ve yağmanın gerisindeki ırkçı söylem, artık iktidarın diliyle de kuruluyor. İçişleri Bakanı ve İstanbul Valisi'nce açıklanan geri gönderme kararı, ırkçı söyleme teslim olmuş yeni göçmen politikasının ilanı. Diğer yandan insan hakları bağlamında göçmenlerle dayanışma içerisindeki Hepimiz Göçmeniz İnisiyatifi, ırkçı söylemin yol açtığı insani sorunlara dikkat çekiyor. Aynı zamanda yürütülen kampanya ile değişen göçmen politikasının, insani dramı ve hak ihlallerini derinleştirme ihtimaline dikkat çekti. “Toplumun farklı kesimlerinden çok sayıda kişi, son dönemde göçmenlere yönelik tırmandırılan nefret dalgasına ve linç girişimlerine karşı bir çağrı” gerçekleştirdi. Çok sayıda imza ile gerçekleştirilen çağrı 31 Temmuz Çarşamba günü basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurulacak. Ülkemizde göçmenlere tanınan geçici koruma statüsü ve yol açtığı sorunların dile getirileceği bu kampanya ve çağrının karar vericiler tarafından dikkate alınmasını umalım.
Çağın sorunu düzensiz göç. Ancak sorunu yaratanlar göçmenler değil. Onlar yaratılan sorunun mağduru. Ülkelerinde büyük güç çatışmaları yaşandığı için yerini, yurdunu terk etmek zorunda kalanlar. Aynı ırkçı, yayılmacı politikalarla ülkeleri yağmalanıyor hem de zorunlu göç ettikleri ülkelerde hayata tutunmaya çalışırken malları. İltica etmek niyetiyle sığındıkları ülkemizde sıraya dizilerek çekilen fotoğraflarıyla teşhir edilmek suretiyle haysiyetleri çiğneniyor, idari uygulamalarla. Toplum içinde sürekli ötekileştirilmeyle aşağılanıyorlar. Düşük ücretle, güvencesiz çalıştırılıyor ama pek çok yerde ücretlerini de alamıyorlar. Ekonomik kriz, seçim yenilgisi, asayiş sorunları hep göçmenlerin üzerine yıkılıyor. İktidarın göçmen politikası değişmeye başladığı andan itibaren ev sahipleri ve işveren tutumu da değişti. Özellikle İstanbul'da geri gönderme endişesiyle evlerinden çıkamaz olan göçmenler bir de evden atılma, işten çıkarılma riskiyle karşı karşıya.
Kadınların her yerde var olan eşitsizlik kaynaklı sorunlarına göç ve savaş yenilerini ekliyor malum. Ülkemizde ikircikli politikaların yol açtığı sorunlar da var üstelik. Göç ve savaşın kadın boyutu, iktidarın kadınlara yönelik değişen politikalarının göçmen kadınlara yansıyışı, göçmen sorunun bir diğer yüzü. Göçmen kadınlar, erken evliliklere karşı yasalarımızı delme unsuruna dönüştürüldüler. Siyasi irade göz yumduğu için idari görevlilerin erken evlilik bildirim yükümlülüğünü yerine getirmeyişine kılıf hep Suriyeli göçmenler oldu. Çocuk anne sayısındaki artış daha çok patriyarkanın, BoşanMA Komisyonuyla cesaretlendirilmesi olduğu halde, bildirim yükümlülüğünü yerine getirmeyen hastane personeli, göçmenlerin geleneklerinden dem vurarak savunma yaptı. Medeni Kanun'u ve evlenme yaş sınırını delmenin bahanesine dönüştürüldü göçmen kadınlar. Geldikleri ülkenin yasalarına uyum sağlamaları yönünde teşvik edilmek yerine.
Ancak diğer yandan basına yansıyan her linç girişiminin perde arkasında taciz, tecavüz iddiası kullanıldı. Çocuk istismarı olan erken evlilikleri, adet, gelenek adı altında normalleştirmeye çalışan idareciler ise linç girişimlerinin arkasındaki yalan yanlış söylentileri açığa çıkarmakta geciktiği için halk tarafından göçmenler kolektif cezalandırmaya tabi tutulur oldu. Ama küçük yaştaki Suriyeli göçmen kız çocuklarını yardımseverlik kılıfıyla ikinci, üçüncü eş olarak alıp cinsel istismara uğratanlar cezasız bırakıldı hep. Ekonomik ve sosyal zorluklarla baş etmeye çalışan göçmen kadınlara yönelik ahlaksız tekliflerin sonuçları da cezasızlık olurken uydurma iddialarla taciz, tecavüz suçları da araç olarak kullanıldı. Kadınları nesne olarak görenlerin kadınlara yönelik suçları da ırkçı amaçları için araç kılmasına defalarca tanık olduk. Bunları besleyen unsurlardan birisi de kuşkusuz iktidarı ve muhalefetiyle siyasilerin, erken evlilik (tecavüz) lobisini af beklentisiyle cesaretlendirişi. Ve bu durum maalesef savaşın, göçün, yerleşik olsun göçmen olsun kadın yaşamına yansıyan yüklerinden sadece birisi.
Küresel düzensiz göçün tek sorumlusu Türkiye değil ama Türkiye kendi siyasi çelişkilerinin sorumlusu. 1951’den 1968’e uzun bir yolculuğu var Türkiye’de Birleşmiş Milletler Mülteci Hakları Sözleşmesi'nin. Kısa adıyla Cenevre Sözleşmesi'ne Avrupa Konseyi üyesi ülkeler arasında çekince koyan tek ülkeyiz. Avrupa dışında hiçbir ülkeden mülteci kabul edilmeyeceği şartıyla imzalanmıştı Cenevre Sözleşmesi. Geçen yüzyılın uluslararası şartlarında uygulandı bu çekince. Ancak günümüz sorunlarında yetersiz kaldı. Sözleşmeye koyduğumuz çekinceyi kaldırarak Doğu ülkelerinden gelenlere de mülteci statüsü tanımak yerine, istisnai bir düzenlemeyle, Suriyeli göçmenlere sınırları açmıştık. Hayat istisnalarla sürdürülemediğinden açılan sınırlardan doğal olarak çok sayıda Ortadoğu ve Asya ülkesinden göçmen de geçti. Türkiye kendi kuralını kendisi çiğnediği için yaşanan göç sorunuyla başa çıkmakta zorlanıyor. Mülteci statüsü tanımadığı için üçüncü ülkelere iltica başvurusu yapamayan göçmenler, geçici koruma statüsünde bir nevi ülkemizde rehin kalmış gibi.
Yazık ki göçün en utanç verici yüzü olan insan ticareti biraz da bu rehin kalma durumundan besleniyor. Yasal yollardan sığınma talebinde bulunma hakkı tanınmayan göçmenler yasa dışı yollardan Avrupa ülkelerine gitmek isterken insan tacirlerinin eline düşüyor. İktidar, insan ticaretinin dünyanın her yerinde görülüyor oluşunu mazeret olarak kullanmaktan vazgeçip bizim siyasi tercihlerimizle ilişkili olan kısmını düzeltmek zorunda. Zaten artık hiçbir yaptırım değeri kalmamış olan çekinceyi kaldırıp mevcut göçmenlerden şartları uyanlara, mülteci statüsü tanımalı. BM uygulamaları ve uluslararası hukuk çerçevesinde mülteci statüsü tanınan göçmenlerin hayatı daha insani şartlara kavuşabilir. Göç sorunu ve yarattığı insani krizi ırkçı ve ırkçıları güçlendiren politikalarla çözmeye çalışarak sadece sınır dışı etme uygulamasını tek politika olarak görme kolaycılığı terk edilmeli.
Ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesinde aşılabilecek bu krizden insanların onuru çiğnenmeden, can ve mal güvenlikleri sağlanarak çıkabilmenin yollarından sadece birisi mülteci statüsünün tanınması. Daha kalıcı ve insani çözüm olan bir diğer yöntem de uyum ve sosyal içerme çalışmaları olmalı. Yeryüzünün hepimize ait olduğunu kabul etmekle başlayabiliriz örneğin. Hangi kültürden olursa olsun göçmenlere, Türkiye’de kendilerine bir hayat kurma arzusu besleyenlere yönelik uyum ve sosyal içerme politikaları uygulanmalı. Acilen sistematize edilmesi gereken uyum ve sosyal içerme çalışmalarının çok geç kalınmış olsa bile hemen uygulanmaya başlaması sorunları daha fazla derinleşmeden çözmeye yardımcı olur. Unutmayalım bu topraklar çağlar boyu göç yoluydu. Günümüzde de aynı özelliği koruyor. Hepimiz göçmeniz. Hepimiz bir yerlerden geçmişte göç ederek yerleşenlerin torunlarıyız.