Göçmenlerin atamadıkları köprü...
Yönetmen Lulu Wang’in kendi hayat hikayesinden yola çıkarak yazıp yönettiği Elvada filmi, büyükannelerinin hastalandığını öğrenen Çinli bir ailenin yaşadıklarını konu ediyor. Wang filmde, hiçbir göçmenin, kentini bırakıp gitme düşüncesinin altında maceraperestlik ya da rastgele başka bir etkenin yatmadığını, göçün her zaman bir iç zorunluluktan kaynaklandığını olağanüstü sert bir gerçekçilik ile perdeye yansıtıyor.
Hamid Farazande
“Elveda”, bir aile büyüğünün ölüme doğru giden yolunu göçmenlik merceğinden yansıtmaya çalışan, dolayısıyla ölüme, ayrıca, bir politik yüz atfeden, malum Doğu-Batı çatışmasına gayet gerçekçi bir üslupla yaklaşan, kış mevsimine uygun otobiyografik bir Lulu Wang filmi.
Büyükanne -Çincede Naynay- son safha akciğer kanserine yakalanmıştır ama kendi bunu bilmiyordur. Çoktan Çin’den göç etmiş yabancı ülkelerde ayakta durmaya çalışan oğulları onu son kez görmek için evlerine dönmeyi planlar, fakat anneleri, onların her ikisinin aileleriyle birlikte aynı zamanda dönüş nedenleri konusunda kuşkulanmasın diye erkek torununun evlilik törenini evde planladıklarını söylerler.
“Elveda”, göç olayının iç ağrısı konusunda ölüm teması çevresinde yoğunlaşan bir film. Hiçbir göçmenin, evini, ailesini, kentini bırakıp gitme düşüncesinin altında maceraperestlik ya da marazi rastgele başka bir etkenin yatmadığını, göçün her zaman çetin bir iç zorunluluktan kaynaklandığını olağanüstü sert bir gerçekçilik ile perdeye yansıtır Lulu Wang. Herhangi bir politik söylem ya da yüzeysel bir mızmızlanmaya mahal bırakmaksızın bir sanatçının yapması gereken durum saptaması ve bu fenomeni bir düşünce malzemesi olarak seyirciye sunmaya yetinmiştir yönetmen.
Filmde, Mao’dan veya Kültürel Devrim döneminden doğrudan söz edilmezken büyükannenin eski dava arkadaşları ile muhabbetinden, gençliğinde idealist devrimci biri olduğu ve oğulları üstünde tayin edici bir etki bıraktığı, buna karşın oğullarının Kültür Devrimi'nden sonra göçe zorlandıklarını anlarız.
BIRAKILMIŞLIĞIN CAZİBESİ
Naynay ile oğulları arasındaki ilişkinin boyutları anlatıda zayıf kalırken en sevdiği torunu, filmin başkişisi ve bir anlamda Lulu’yu temsil eden Billi ile olan duygusal ve aslında varoluşsal bağı, özellikle sinematografik biçimde daha çok beden dilini kullanarak ve üç yerde kuş metaforuna uğrayarak seyirciyi içten yakalayıp sarsar niteliktedir. Ölüm temasına ve Doğu-Batı aynalarındaki görüntülerine geçmeden önce göç ile ilgili bir iki noktaya değinmek isterim: Göçmenlerin neden geçtikleri köprüyü atamadıkları gerçeği ile ilgili birkaç ipucu var filmde. Gittiklerinde yanlarına almayı unuttuğu ya da alamadıkları bir iki şey geriye bırakmışlardır genellikle. Bırakılmışlığın cazibesi filmde sadece gerçeklik dünyasında büyükanne ve oğulları-torunları arasında işlenmemiştir: Sıkı devrimci bir komünist olan Naynay bile devrimden bunca yıl sonra göçen kocasının mezarı başında yaptığı dualar ve çocukları eşliğinde yürüttüğü ritüel ölülerin de çok uzak bir yere gitmedikleri ve gündelik yaşamda belirleyici rolleri olduğunu, ama daha önemlisi bütün bu ritüelin, Kültür Devriminin nasıl başarısız kaldığını mezarlık sahnesinde bıyık altında gülerek bize gösterir Wang.
Ölüm gibi acı bir gerçeğin düğün hazırlıkları ve töreni ile iç içe geçmesi hüzün ile sevincin gerçek hayatta nasıl yan yana durduğu, birbirinden beslendiği ve birbirine dönüşebileceğini hatırlatır.
Göçmen aile bireylerinin içini burkan diğer bir olay da ülkelerine her döndüklerinde şehrin sokaklarının değiştiği, bildik mahallelerin bütünüyle yıkılıp yerini çirkin gökdelenlerin aldığına tanıklık etmeleridir. Oğulları için doğdukları, torunları için ise çocuklarını geçirdikleri yerlerin yıkılışı ile Naynay’larının giderek yok oluşu paralel bir biçimde bellek zemininin nasıl yerinden oynadığını alttan alta sezdirir film. Onların bu seferki Naynay’dan ayrılışı farklıdır oysa. Taksi evden uzaklaşırken biz de taksi içinde, arka camdan Naynay’ı görüyoruz, giderek uzaklaşan ve küçülen Naynay’ı; bir an sanki yere serilecek gibi olur, teyzeleri hemen koltuğunun altına girmeye koşar... Naynay da sezmiştir, bu gidiş son gidiştir. Taksideki ayrılanlar sessiz sessiz gözyaşı dökerken şunu düşünürler belki: Naynay’dan sonra onun evi de geriye kalmayacaktır artık, bütün aileyi birleştirdiği Naynay ve ev de olmayınca koskoca ülkeleri de artık bir konuk evinden farklı bir yer olmayacaktır.
ÖLÜM TEMASI
Billi’nin içine düştüğü çıkmaz, ailesinin Naynay’dan ölümcül hastalığını gizleme kararını bir türlü anlayıp onaylamaması, Naynay’ın konuyu bilme hakkının Batı kültürünün bir yansıması olarak bellediği insan haklarından biri olduğu düşüncesidir. Fakat amcasının yaptığı açıklama onu bir kere daha değerler dünyasının göreceliği hakkında düşünmeye zorlayacaktır: Bireycilik üstünde kurulan Batı’nın liberal kültürü bütün sorumluluğu kişiye yükleyerek onu alın yazısıyla baş başa bırakır, bizde, Doğu’da ama aile, çevre, toplum bireyin yükünü sırtına alır, gibi der Billi’nin amcası. Açıklama güzel, ama şunu da sormak mümkün: Acaba her zaman ve bütün durumlar için de geçerli midir bu saptama, yoksa daha çok ölüm gibi sert ve karşı koyulmaz vakalar karşısında mı böyle? Önemli ve kafa yormayı hak eden bir soru bu. Sonuçta en azından filmin çizdiği gerçeklik çerçevesinde, öldüren şeyin kanser değil de korku olduğu ortaya çıkar. Bununla birlikte, kanımca, taksinin Naynay’dan uzaklaştığı sahnede bitebilirdi film. Yönetmenin son sahneyi ekleyerek bütün seyirci kitlesini memnun etme gayretine belki de gerek yoktu...