"Bu adamlar kargaşa çıkararak işi ‘oldu bitti’ye getirmek
istiyorlar. Arkadaşlar burada cinayet işleniyor.
Ocaklarda yeterli tedbir alınsa ölenlerimizin yüzde doksanı
kurtulurdu. Başımızdaki sahte sendikacılar toplu sözleşmelerde
alınan göstermelik kazanımlarla bizleri oyaladılar. Üstüne üstlük
toplu sözleşmeye ‘işçiler yerlere tükürmeyecek ve açığa işemeyecek’
gibi bizi küçülten maddeler konulmasına izin verdiler. Yani
‘İşçiler hayvandır, önüne gelen yere işer, olmadık yere tükürür’
demeye getirdiler."
“Bu dünya bizim ulan hıyar. Şöyle bak bir
etrafına, bak bir. Gördüğün ne varsa bizim eserimiz. Ama sonuç ne?
Biz kuralım, sonra kendi ellerimizle kurduklarımızın altında ezim
ezim ezilelim. Daha sandık başına gidip bir işçi gibi oy
kullanmayı bile öğrenemedik be. Sözüm ona aklımız var ama
neye yetiyor? ‘Kader’ demeye, ‘kısmet’ demeye, ‘alın yazısı’
demeye.”
İşçi arkadaşlarına bu isyanını haykıran Cüneyt Arkın
sosyalist değildi ama maden işçisi İlyas galiba
öyleydi!
Onun sayesinde Tarık Akan da “devrimci işçi” oldu. Hale Soygazi,
Halil Ergün, Meral Orhonsay’lı kadroyla Yavuz Özkan’ın “Maden”i
1978’in o devrimci ve karşı devrimci günlerinin en önemli
filmlerinden olmuştu.
Ben öğrenciydim ve demiryolu sendikasında çalışıyordum.
“Sınıf bilinci” mücadelelerin içinde büyüyordu; kitap
elbette az okunur, dergi daha çok revaçta olur ama daha ziyade
“Arkadaş… Maden” gibi filmler, şarkılar-türküler dayanışma ve
direniş ruhunu harekete geçirirdi.
1 Mayıs 1977’de Taksim’de ömrümün umutları derken acılarına
karışan, bütün iç çatışmalarıyla patlatılan ve 34 can alan “sol”
yaramıza rağmen, ne meydanlar ne sokaklar boş kalıyordu ve maalesef
cenazesiz gün de pek olmuyordu.
Öyle ki, bir cenaze kaldırılırken, oradan iki cenaze daha
çıkabiliyordu.
Bugün “dış güçler” diye atıp tutanların bazı akrabaları,
o günlerde “dış güçlerin en kanlıları”nın da uzantısı haline
gelmişti…
Ve bırakın öyle devrim ihtimalini, gençlik hareketlerini; esas işçi
sınıfının, İlyasların sesini boğmak için, Türkiye burjuvazisinin en
örgütlü kesimleriyle en muhafazakârları, Milliyetçi Cephe’nin
merkez sağ, İslamcı ve milliyetçi kanatları, deriniyle seriniyle
devlet birimleri, mafya ve çete oluşumları ve de “Atatürkçü” denen
Silahlı Kuvvetler el ele vermişti.
Öyle gülüm!
Bugün Deniz Gezmiş’i hayranlıkla ananların maalesef önemli kısmı
“Onu kim asmış, astırmıştı?” sorusunu soramıyor.
“Sabahattin Ali nasıl öldürüldü?.. Nazım Hikmet nasıl hapsedildi?”
sorularını da soramadıkları gibi.
Çünkü tarihi cımbızlayarak seviyoruz. Steril istiyoruz.
Ezberlerimiz bozulmadan iyi insan, hatta bazen devrimci, sıkı
muhalif filan olalım diye uğraşıyoruz.
Bugün neden yakınıyorsanız, o gün “sol içi” onca vahim yanlış
olsa bile, o devrimci rüyaların ve esas işçi sınıfı hakikatinin
üzerine yürüyenlerin ve onların 24 Ocak-12 Eylül ittifakının
başrolü vardır.
Bugün hepsi ve milletin darbe anayasasına oy vermiş yüzde 93’ü ile
onların çocukları, torunları “darbe karşıtı” olmakla da övünüyor
ya…
Hele hele 12 Eylül’ün darbe ordusunda görev yapmış, emir almış-emir
vermiş ve “paşa paşa” terfi etmişler de böyle mavallar okuyor
ya…
Çok fena!
İşçi İlyas hepsinden hakikiydi çünkü Maden
sahiciydi.
İşçi İlyas’ın suikasta uğramadan, göçük altında kalmadan önce
söyledikleri ömrünüz boyunca duyduğunuz nice palavradan daha
doğruydu.
İşçiler, kıt kanat geçim için nefes almadan çalışanlar,
yoksullar, yoksunlar kendi seslerini duymaktan vazgeçtiğinde,
dünyanın da umudu azalıyor.
Ezilenlerin, ötelenenlerin, dışlananların, haklı olarak “kimlik
sorunları”nı ön planda görenlerin buluşabileceği “insanlık rüyası”
Cüneyt Arkın İlyas’ın Maden’deki isyanıyla birleşmedikçe…
Ve işçiler, hakiki sendikalar da bu kapsayıcılığa ulaşmadıkça…
Göçükte bir umut, karanlık tünelde bir ışık, enkazda bir
nefes aramaya devam!