Gökçer Tahincioğlu: 'Kiraz Ağacı', toplumsal ve bireysel hafızayı tartışıyor

Gökçer Tahincioğlu ile yeni romanı 'Kiraz Ağacı'nı konuştuk. Tahincioğlu, "Kiraz Ağacı, bir yönüyle toplumsal hafıza, bir yönüyle bireysel hafızayı tartışma iddiasını taşıyor. Unutmanın ya da hatırlamanın iyi ya da kötü olduğunu söylemiyor ya da yaşanan somut bir olayla ilgili açık yargı bildirmemeye çalışıyor" diyor.

Abone ol

DUVAR- Gökçer Tahincioğlu, 'Mühür'ün ardından ikinci romanı 'Kiraz Ağacı' ile okur karşısına çıktı. Uzun yıllardır gazeteci olarak çok sayıda toplumsal meselede kalem oynatan, haberlere imza atan Tahincioğlu'nun her iki romanının da ortak bir noktası var: Toplumcu gerçekçilik... Günümüzde bireysel dertlerin öne çıktığı sanat atmosferinde cümleyi toplumu ilk sıraya alarak kurmak elbette kıymetli. Türkiye gibi tarihinde işkenceler, katliamlar, ırkçılık ve hak ihlalleri olan bir ülkede edebiyatın buralardan beslenmesi ve ortak bir hafıza ile yaşananların kaydını tutması, bu noktada da sanatın estetiğini bir kenara atmaması bir tercihten çok zorunluluk haline dönüştü. Nitekim, bunu güncel edebiyatta görmek pek mümkün değil... Yazarların, yayınevlerinin ve okurların oluşturduğu bir bireysellik algısının ve üretim pratiğinin olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Fakat, Tahincioğlu yeni romanında tüm bunları elinin tersiyle itip, 2000'ler denince hafızalara kazınan, bir utanca ve toplumsal yıkıma sebep olan F Tipi cezaevlerini ve hemen ardından başlayan ölüm oruçlarını odağına alıyor.

Devlet aygıtlarının  insanları diri diri yaktığı ve adına 'Hayata Dönüş' dediği bu katliam birçok insanın yaşamında telafisi mümkün olmayan travmalara ve sağlık sorunlarına neden oldu. Tahincioğlu, 'Kiraz Ağacı'nda devrim-aşk-ölüm oruçları üçgeninde geçen bir hikayeyi satırlara döküyor. 

Hatırlamak mı daha iyi yoksa unutmak mı? Gökçer Tahincioğlu anlatıyor... 

Kiraz Ağacı, fonda bir aşk öyküsü barındırıyor fakat arka planında 1996 ve 2000 yılında yaşanan ölüm oruçları var. Uzun yıllar çeşitli mecralarda gazetecilik yaptınız, anlattığınız bu hikâyenin gazeteci olarak ne kadarına tanıklık ettiniz? 

Kiraz Ağacı, karakterleriyle, olay akışıyla, karakterlerin yaşadıklarıyla, bir bütün olarak kurgu elbette… Ancak yakın tarihte yaşanılan, hala etkilerini gördüğümüz, hesaplaşılmamış, yüzleşilmemiş yakıcı bir tarih, ölüm orucu eylemleri, öncesi ve sonrasında yaşananlar Kiraz Ağacı’nın alt zemini. Sadece 1996 değil, 2000 ölüm oruçları… Ancak bu zeminin seçilmesinin de Kiraz Ağacı’nın genel kurgusu ile net bir ilişkisi var. Kiraz Ağacı, bir yönüyle toplumsal hafıza, bir yönüyle bireysel hafızayı tartışma iddiasını taşıyor. Unutmanın ya da hatırlamanın iyi ya da kötü olduğunu söylemiyor ya da yaşanan somut bir olayla ilgili açık yargı bildirmemeye çalışıyor. Ancak hem kişisel yaşantımızda, hep toplumsal hayatta olup bitenlerin öylece geçip gitmediğini, günün sonunda, kapılar kapanıp, yüzler başka yöne çevrildiğinde de bunu somut olarak yaşayanların hayatının sürdüğünü aktarmaya gayret ediyor. Bu gayretin bütünü de bir kurguya yaslanıyor elbette.

'BİZE NE OLDU BÖYLE?'

Kitap, aynı mahallede büyüyen insanların günden güne değişimini anlatıyor, fakat sonrasında karakterlerin değişim hikâyesi bize bir mahalleden fazlası olduğunu düşündürtüyor. Karakterler ayrı ayrı analiz edildiğinde bugüne dair tanıdık yüzlerle karşılaşıyoruz. Mesela sağdan siyasete giren Yahya dede, torununun siyasi faaliyetinden korkup polisle işbirliği yapan biri, devlet adına her türlü yolu mubah gören Mesut komiser bize bugüne dair ne anlatıyor?

Sürekli muhatap olduğumuz bir soru var; “Bize ne oldu böyle?” Yaşadıklarımızın ardından bir kesim ısrarla bunu soruyor. Bir başka taraf ise “Hiçbir şey olmadı, zaten böyleydik” diyor. Bütün bu çıkmaz sokaklara, zaman zaman beni de öfkelendirse de biraz daha anlayarak bakmaya gayret ediyorum. Bize gerçekten bir şey oldu mu? Hepimiz, bunu soracak kadar mı değiştik gerçekten? Kast edilen, işkence, cinayet, kadına yönelik şiddet, ayrımcılık ise uygarlık tarihinin başından bu yana sadece bizim değil, insanlığın değiştiğini söylemek mümkün değil elbette. 12 Eylül öncesinde ve sonrasında yaşanan katliamları, cinayetleri, 90’ları bir yana bırakıp, sadece bugünkü hak ihlallerini esas aldığınızda bu sorunun öfkelendirici tarafı ortaya çıkıyor. Zira sadece öznelerin değiştiğini görüyorsunuz. Ancak biraz daha anlamaya gayret ettiğimde, belki de fazla iyi niyetle, şunu görüyorum. Anlamlandırılamasa da bir değer kaybından söz ediliyor. Sadece zalimi ya da mağduru esas alan bir söylem değil bu. Hepimizi baştan aşağıya kuşatan bir değer kaybı. Anlamların kaybolduğu, daha çok ve daha hızlı biçimde her yere yetişmeye çalıştığımız bir iklimin içerisindeyiz uzun zamandır. En çok direneni bile kuşatan bu iklim, elbette anlam ve değer konusunda da boş durmuyor. Kiraz Ağacı’ndaki Yahya bir bu anlamda bir “ayak uyduran” profili. Komiser Mesut ise “uydurmaya çalışan” belki.

Ölüm oruçları gibi hassas bir konuyu kitabınızda cesurca işlemişsiniz. Bu çok da alışık olduğumuz bir yazar tavrı değil... Türkiye edebiyatının, son yıllarına baktığımızda özellikle bu tür konulardan uzak durmasının nedeni nedir sizce?

12 Eylül’den bugüne yaratılmak istenen iklim, 90’larda, 2000’lerde yaşanan sosyolojik dönüşüm, zaten bu coğrafyanın insanı usandıran gerçekleri gibi birçok gerekçe sıralanabilir. Enteresan bir tarafı da var sadece bireyi öne çıkaran, o bireyin var olduğu koşulları yok sayan metinlerle okur arasındaki ilişkinin. Aynı okurların, yabancı yazarların son derece politik eserlerini büyük heyecanla takip ettiğini de görüyoruz bir yandan. Ancak Türkiye edebiyatının son dönemine ilişkin genel okur tercihlerinin bireyi esas alan metinler olduğunu da görüyoruz. Tercihler bu olduğunda, yayınevleri de bu metinlere yönelmeyi seçiyor. Ancak yazmak, çizmek, üretmekle ilgili her konuda bana kalırsa temel bir ilke var. Ürettikleriniz, tercihleri de belirliyor. Bu nedenle zorlayıcı olmak gerektiğini düşünüyorum. Edebiyatın, haberden, seslerden de büyük bir etkisi var. Bu nedenle Güney Amerika edebiyatına baktığınızda her romanda, her öyküde bir biçimde fonda bireyi kuşatan iklimle, yaşadığı coğrafyayla ilgili bir zemin görebiliyorsunuz. Rus edebiyatına ve hatta çağdaş Amerikan edebiyatına baktığınızda da böyle… Elbette ideoloji her yerdedir. Bir beyaz yakalının gündelik yaşam sancılarında da bir burjuvanın gündelik tercihlerinde de bunu görürsünüz. Bu yönüyle bireyi esas alan edebiyat da aslında anlatan bir işlev görüyor. Yine de Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Vedat Türkali’nin bir gelenek yarattığı Türkiye edebiyatında son yıllarda o anlatıdan kaçınma eğilimi net biçimde görülüyor. Hele ki meşruiyet zemininin çok sağlam olmadığına inanılan konulardan net biçimde kaçınılıyor.

Kiraz Ağacı, toplumsal ve bireysel hafızanın peşine düşüyor. Romanda hatırlatmak yer yer can yakıyor, yer yer mutlu ediyor. Sizce toplumsal ve bireysel anlamda hatırlamak mı, yoksa unutmak mı daha makuldur?

Kiraz Ağacı, bir soruyla başlıyor. “Tek bir hakkın olsa unutmayı mı yoksa hatırlamayı mı seçersin?” Elbette, romanın buna ilişkin bir sözü de var. Bireysel ve toplumsal hafıza, istediğimiz zaman istediğimiz biçimde çalışmıyor. En çok unutmak istediğimiz, en çok unutturulmak istenen, daha büyük, daha korkutucu biçimde karşımıza çıkıyor bir biçimde. Siz unutsanız, bir başkası unutmuyor zira. Ya da iliklerinize kadar sızan bir unutamama hali söz konusu oluyor aslında. Hangisinin daha makul olduğunu söylemek, fazla tariflemek, dayatmak olur. Ancak romana çalışırken benim gözlemlediğim, bireysel ve toplumsal anlamda, gayret gösterseniz bile travmaların, kederlerin unutulamadığı. Roman, buna yöneliyor ve bir tarif vermeye gayret ediyor. Bir unutma ve hatırlama tarifi.

Komiser Mesut karakteri romanın diyalektik unsurlarından birisi. O'nu işkence anlarında da annesinin koynunda uyurken de görüyoruz. Bu noktada toplumsal meselelerin insanlık üzerinde yarattığı tahribatı görüyoruz. Siz bu 'iyi' ve 'kötü' unsurları hangi niyetle aldınız?

İyi ya da kötü diye ele almak, anlamamak olurdu galiba. Bu mahalleden bakıldığında, Mesut, korkunç bir karakter ama o korkunç karakterin bütün insanlar gibi zayıf yönleri de var. Bir başka yerden baktığınızda ise herkes gibi ana kuzusu, devleti milleti için ömür vermiş bir kahraman da görebilirsiniz. İdeolojik bakışımız bunu şekillendiriyor olsa da ben iyi ve kötünün her zaman o kadar birbirine karışmadığını düşünüyorum. Herkes iyi, herkes kötü bir tarafıyla elbette ama bunun dışında, net bir kötülük, net bir iyilik tarafı da var. Tanıl Bora’nın deyimiyle, adaleti tanımlamak zor olsa da adaletsizliği hemen tanıyabiliyorsunuz misal. Ben, Mesut’u iyi ya da kötü olarak ele almak yerine, anlamaya gayret ettim. Kendince iyi, kendi mahallesince iyi görülen bir adamın ne yaşadığını, nerelerde bocaladığını öğrenmek, anlamak, aktarmaktı gayretim. Benim açımdan romandaki en önemli karakterlerden biri.

'EDEBİYATIN GÜCÜNÜ AZIMSAMAMAK GEREKİYOR'

Türkiye'de sol-sosyalist siyasetin zaman zaman halktan uzaklaştığı eleştirileri köpürtülür. Medya ve diğer aygıtlar siyaset yürüten insanları kriminalleştirip halktan koparmayı amaçlar. Sizin romanınızda ise, herkes gibi insanlar olduklarını görüyoruz. Ötekiliği yıkan bir anlayışla yazıyorsunuz. Sorum şu: Edebiyat toplumları dönüştürebilir mi?

Elbette dönüştürür. Kültür ve sanat alanında iktidar kurmaya çabalayan, kuramadığında ülkeyi yönetse bile dönüşümü sağlayamadığını düşünenlerin sağlam bir nedeni var. Toplumsal dönüşümler, bugünden yarına, bir anda olmuyor. Edebiyat, haberlerden, açıklamalardan, mitinglerden, güncel tartışmalardan çok daha güçlü ve kalıcı. Güncel “okunmuyor” eleştirileri bir yana, bir biçimde okunuyor ve etkisi uzun süre devam ediyor. O etki, toplumun üzerine yapışan, biçimlendiren bir etki. Edebiyatın gücünü azımsamamak gerekiyor.

Her iki romanınız da toplumsal dönüşümü ele alıyor. Bir gazeteci ve yazar olarak geleceğe dair öngörüleriniz nelerdir?

Ben hayatta her şeyin inşa edilerek yaratılabileceğine inanıyorum. Sadece umudun değil, sevincin, hüznün hatta. Büyük talihsizlikler, olağanüstü gelişmeler kapımızı çalabilir elbette. O zaman bir başka yerinden savaşmaya başlıyorsunuz tarihin. Ama o savaşlar verilmeden, ortaya yaşayabileceğiniz bir orman, bir çatı, bir deniz çıkmıyor. Bu anlamda, tarihe tersten bakmak da mümkün. 90’lar misal sadece karanlığın, faili meçhullerin, JİTEM’in tarihi değildir. Bütün bu karanlığa karşı cesurca direnen insanların da tarihidir. Bugün de yaşananlara direnenler çok. Çok somut yanıt vermediğimin elbette farkındayım ama bana kalırsa, en geniş anlamıyla neyi, nasıl inşa edeceğimiz üzerine düşünmek ve karar vermek, geleceği de belirleyecek.

Okurlarınızı bekleyen yeni çalışmalarınız nelerdir?

Uzun süredir, farklı bir teknikle, farklı bir perspektiften yazılacak bir metin üzerine düşünüyorum. Odağımda destanlar, masallar, söylenceler var ve bunun üzerine çalışmaya gayret ediyorum. O çalışmalar biraz sonuç verdiğinde, yazmayı tasarladığım metnin de omurgası ortaya çıkar diye umut ediyorum.