Genelkurmay Başkanı Kayseri’de bir cami yaptırmaktaymış… Bilmem katılır mısınız ama benim bu girişime ilişkin önerim şöyle: Caminin yanına bir türbe yapılarak Gemlik’te yakınlarda başçavuşu tarafından başına miğferle verilerek öldürülen Gökhan Kılıç’ın naaşının buraya nakledilmesi son derece yerinde bir seçim olacaktır. Böylece Genelkurmay Başkanı’nın adını taşıyan camide ibaret edenler avluyu terk etmeden Gökhan’a da bir Fatiha okuma fırsatını bulurlar… Türbenin adı da şöyle kazılmalıdır: “Gökhan Kılıç: Devlet dersinde öldürülmüştür”.
Önerdiğim adın “Devlet dersinde öldürülmüştür” faslını KKTC’de askerliğini yaparken işkenceyle öldürülen Uğur Kantar’ı anmak ve unutanlara hatırlatmak için yayımladığım bir yazıdan aktarıyorum.
Bilmeyen /duymayan kalmamıştır herhalde. Gökhan Kılıç, nöbette telefonla konuştuğu için başçavuş tarafından başına miğferle vurularak öldürülmüştür. Başçavuş tabii ki bu suçlamayı reddetmiş ve avukatları aracılığıyla ölümün Kılıç’ın arkadaşlarıyla birbirlerine “nar” atıp şakalaştıkları sırada atılan narlardan birisinin başına isabet etmesi sonucu öldüğünü iddia etmiştir. Avukatlar bununla kalmamış, Kılıç’ı uyuşturucu satmak ve kullanmakla da suçlamışlardır.
Kılıç’ın birlik arkadaşları “başçavuş”un erlere şiddet uygulamayı adet haline getirdiklerini söylüyor. Başçavuşun Kılıç’ın başına miğferle vurduğunu, arkadaşlarının bu darbeyi aldıktan sonra durumunun nasıl kötüleştiğini bizzat gören ve tanıklık eden arkadaşları da var.
Ama bakın, olayın üzerinden şu kadar zaman geçmesine rağmen ortada olup bitene ilişkin tek bir resmi açıklama yok…Tahmin ettiğiniz gibi “medya”nın cinayete ilgisi de çok kısa sürdü; tahmin edileceği üzere dikkat ve ilgisini Kayseri’deki camiye yöneltmiş durumda…
Farkındasınızdır muhakkak, ülkede yakın zamana kadar ortada dolaşan “vicdani ret” ve bunun tamamlayıcısı olarak “asker hakları” gibi konular hepten tedavülden kalkmış durumda. “Asker Hakları” girişiminin 2012’de (bana da sunuş yazısını yazmak düşen) düzenlediği toplantıda açıkladığı Uğur Kantar’ın anısına hazırlanan “rapor”u hatırlıyorum mesela. Ülkede ilk kez karşılaştığımız bu rapor, askerliğini er olarak yaparken karşılaştıkları kötü muameleleri yazıya döken yüzlerce tanıklık içeriyordu. Tanıklıkların sayısı tabii ki gerçeği yansıtmıyordu. Askerlikte sistematik olarak nitelenebilecek “dayak” ve”kötü muamele” yazıya dökülecek olsa ortaya kim bilir ne hacimde bir rapor çıkacaktı. Bu tespiti yapıyorum, çünkü bu ülkede askerliğini er olarak yapmış hemen herkes, “vatan görevi”nin çavuşlardan başlayan bir hiyerarşi içinde nasıl bir işkenceye dönüştüğünü çok iyi biliyordu.
Ama bakın yakın zamanın bu güzel ve yararlı girişimlerin de sonu geldi. Baksanıza, ülkenin Dışişleri Bakanı’nın açıklamaları bile “bir gece ansızın gelebiliriz” dizesiyle donanmış! O Dışişleri Bakanı ki, 2010-2012 yılları arasında Avrupa Konseyi Parlamenterler Birliği Başkanlığı koltuğuna oturabilmiş; değişimi-dönüşümü görüyor musunuz? (Ne dersiniz, bu seçimde CHP’li üyelerin oylarını Çavuşoğlu’ndan esirgemeleri yerinde bir öngörü değil miymiş?!)
Zamanında "asker hakları” konusunda epeyce karaladığım epeyce yazı içinden birisini tekrar hatırlatmak isterim. Söz konusu yazı konunun “teorik”(!) kökenlerine işaret etmeye yönelikti. İlk baskısı 1925 tarihini taşıyan kitabın adı “Askere Din Kitabı”, yazarı ise Ahmet Hamdi Akseki’ydi. Sonraki baskılar Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları arasında yer alıyordu. Kitap (kolay anlaşılsın diye olacak) “didaktik tarzda” soru /cevap şeklinde hazırlanmış. Teğmen soruyor Hasan Çavuş cevaplıyor… Şu örnekte olduğu gibi: “Teğmen: Hasan Çavuş, vatan bizim neyimizdir? Hasan Çavuş:Anamızdır. Teğmen: Vatan nasıl bir anadır? Hasan Çavuş: Aşk ve sevgiye; uğrunda can vermeye lâyık mukaddes bir anadır…”
Yazar, “askerlik”i (cihat) “Müslümanlığın altıncı şartı” olarak takdim ediyor: “Bu namazdan, oruçtan, hacdan ve zekattan başka bir vazifedir. Bu vazife yapılmadıkça öbürleri de dosdoğru yapılamaz. Bunun içindir ki Peygamberimiz Hazreti Muhammet (S.A.V) Efendimiz bize hem sivil, hem asker terbiyesi vermiştir. ..”
Askerlikte “itaat” meselesi nasıldır?
Şöyle: “Çünkü düşünecek olan komutandır, âmirdir. O düşünür, her tarafını ölçer biçer, karar verir, ondan sonra emreder. Asker de hiç düşünmeden o emri hemen ifa eder ve onun haricine çıkmaz. Bu emir faydalı mıdır, değil midir diye düşünmek, yapıp yapmamakta tereddüt etmek asla caiz değildir.”
“Asker millet” ve “tamı tamına itaat” yani… Dayaksa dayak, kötü muamele ise kötü muamele, hepsi mübah…. Bu “disiplin” (askerlik görevinden muaf kadınlar hariç) toplumun erkek kısmının içselleştirdiği bir “ahlak” değil mi? Onun için biz bu ülkede 1990'lı yıllarda ordunun pek çok gazeteciyi doğuya dağlara götürdüğünde birkaçı dışında hepsinin askeri üniforma giyip çadırlarda bir “izcilik havası” yaşadığına şahit olmadık mı? Kamuflajlarıyla çok mutluydular, koca koca adamlar erkek erkeğe iyi vakit geçiriyorlardı…
Ben bu “şaşırtıcı” manzaranın ve benzerlerinin Türkiye’nin İkinci Savaşa (Allahtan) girmemesinden dolayı savaşın nasıl bir şey olduğunu bilmemesinden kaynaklandığını sanıyorum. Şunu da ekleyeyim: Askerlik boyunca kötü muameleye maruz kalıp, dayak yiyen erkekler askerlik bitip evlerine dönünce nasıl bir ruh hali içindedirler ve kendilerini nasıl toparlayacaklardır? Bana sorarsanız, “zorunlu askerlik” aile içi şiddetin de önemli nedenlerinden biridir.
Yazıyı “kışlada dayak” sonucu hayatını kaybeden Gökhan Kılıç’ın babasının oğlunun “şehit” kabul edilmemesi ve “mezarlık” verilmemesinden şikâyetçi olduğunu hatırlatarak bitireyim. Baba Kılıç, failin ceza almasının yanı sıra oğlunun “şehitlik” mertebesine kavuşmasını da istiyor. Sizi bilmem ama bu talep bana çok düşündürücü geldi. “Demek ki” dedim içimden “şehitlik” mertebesi (hangi nedenlerden dolayı bilemem) çok genç yaşında kışlada öldürülen bir evladın ardından da akla gelen bir unvan oldu… Buna karşılık Kılıç’ın annesinin şu sözlerini de eklemek isterim: “Hiçbir şey acımı hafifletmez…”
“Kadınlar” diyordum, zorunlu askerlikten muaf olmalarından dolayı bütünlüklerini koruyabildikleri için şanslıdırlar…