D’ye…
Bir anda birden, dedi ki: "Genç, hayat ne kadar adil!"
Dedim: "Hiç başlama abi."
Dedi: "Az anlatsam bari."
Dedim ki: "Anlatma!"
Dedim: "Benim derdim, benim derdim bana yeter!"
(Ezhel, Benim Derdim)
Gökkuşağını ilk gördüğüm anı hatırlıyorum. O ana kadar çocuk
kitaplarındaki resimlerden, çizgi filmlerden bildiğim gökkuşağından
çok farklıydı. Sadece üç renk vardı ve gökyüzünü baştan sona kesen
bir kemer değil, kısa bir şerit şeklindeydi. Büyük bir heyecanın
ardından hayal kırıklığına uğramıştım. Halbuki sabah güneşi
anneannemin salona vurduğunda çok daha canlı, renkli gökkuşakları
oluşurdu. Camdan kül tablaları ve sair eşyayı ışığa tutup çeşit
çeşit gökkuşakları oluşturmak, duvarlara yerlere yansıtmak en
sevdiğim uğraşlarımdandı. Sonra da hızla kendi etrafımda dönüp,
kendimi yere atıp dünyanın alt üst oluşunu seyrederdim. Benzer
hatıraları olan var mıdır bilemiyorum, ama çocukluğun bu basit
neşesi herhalde sadece bana mahsus değildir. Gökkuşağı her göreni
neşelendirir, her zaman kendine baktırır. Karanlık bulutların,
yağmur kıyametin ardından doğan güneşin habercisidir. Tam da bu
yüzden LGBTİ+ hareketine yakışan bir semboldür. Her yanı kuşatan
baskıya, zorbalığa karşı umuttur, neşedir.
Dedim: "Benim derdim, benim derdim bana yeter!"
Benim derdim bitmez, aç kalırım benim derdim midem
Kimse yardım etmez dert kendi derdi değilken
Benim derdim giyinmem değil, giyinmediğinden
Sokak çocukları giysi, giyim derdin iğrenç!
Yaşımı başımı aldığım bir sene, yurtdışında çalıştığım
işyerindeki bölüm başkanım bir gün beni odasına çağırıp uyarmıştı:
“Fazla sevimlisin” (You are too nice). Demek istediği şuydu
aslında: Fazla eşcinselsin. İngilizce’de “gay” kelimesi hem neşeli
hem de eşcinsel anlamına gelir. Yıllar önce başka bir bölüm başkanı
aynı cümleyi bir arkadaşıma söylediğinde insan kaynakları “Artık
seni işten atamayız, ayrımcılık davası açabilirsin” demişti. Ne var
ki, onca yılın tecrübesine rağmen böyle kadife eldivene konmuş
demir ökçeyi yiyince şaşırdım. Gülümsedim. Aklımdan geçen
düşünceler beni bir şey söyleyebilmekten alıkoyuyordu: “Niye
gülümsüyorsun? Bak hala sevimlilik yapıyorsun. Ezik misin?”
Ezilmişlikle eziklik arasındaki farkı hep canlı tutmaya çalışan
bir insan olarak bu sorunun cevabını biliyorum. Fiziksel ve sözel
tacizler, tehditler hayatımda hiç eksik olmadı. En düşmanca
ortamlarda hayatta kalabilmenin tek yoluydu gülümseme. Ama
nihayetinde tek çıkış yolu benim gibi dışlananlarla ortaklaşmak,
konuşmak ve beraber dalga geçmekti, baskıyla, zorbalıkla ve
birbirimizle. LGBTİ+’lar da tüm azınlıklar gibi kendilerine ilişkin
stereotipleri, kalıpları abartarak dalga geçer zalimle. Belki
çoğunluğun hoşuna gider bu stereotipleri seyretmek, belki kendi
önyargılarının onaylandığını hisseder bu esprilerde. Ne erkek ne
kadın belli olmayan bir tip, çoğunluğa hakim cinsiyet ideolojisinin
kendisine dayattığı cinsiyet rollerinin sınırlarını çizer. Sınırda
– zalimin diliyle “marjinal” – bir varoluştur LGBTİ+. Hakim
ideolojinin normali tarif edebilmesi için vazgeçilmezidir
marjinal.
Hani soruyorlar: “Nereden çıktı bu LGBTİ+?” diye. Cevabı basit:
Hakim, normal cinsiyet ideolojisinden, yani heteroseksizmden.
Nereden mi biliyorum? Şimdi buraya cilt cilt kitap, makale yığmanın
bir anlamı yok. Talep gelirse amme hizmeti olarak yaparım tabii.
Ama sorunun cevabını kendi hayatımdan biliyorum. İlk defa birileri
parmak uzatıp bana “ibne!” dediğinde henüz çocuk yaştaydım.
Cinselliğe dair herhangi bir kategori, bir düşünce yoktu zihnimde.
Yıllar süren itilip kakılmalar sırasında aklımda hep aynı soru
vardı: “Neden bana böyle davranıyorlar?” Bu sorulara uzun uzun kafa
yormak zorunda olduğumdan bir fikrim var elbette. Ama önemli olan
LGBTİ+ olmayanların kendilerine bu soruyu sorması: “Sizi bu kadar
korkutan ne? Bu zalimliğin sebebi nedir? Neden bu öfke?” Ve daha da
önemlisi: “Komik olan ne?” Eğer gülünen normali tanımlayan marjinal
konumsa, kahkahalarla güldüğünüz şey aslında normalin saçmalığı
olmasın? Hakim cinsiyet rejimine aslında kimsenin uymadığı
gerçeğinin ifşa olacağı korkusu mu kahkahaları tetikleyen?
Kahkahanın açığa çıkardığı gerilimle öfkenin açığa çıkardığı
gerilim arasında nasıl bir ilişki var?
Benim derdim ülkem, boktan hep şu gündem
Her bi’ yer tecavüz hep bomba düştüğünden
Benim derdim dünya, yok olur bizimlen
Boş kibirimizden, dolayı kirli bir yer
Benim derdim insan
Delirten bi’ cins, tövbe edip durur zanneder temizlendi
vicdan
Benim derdim isyan, edemediğim bi’ türlü büründüremediğim
Ete kemiğe
Yanlış anlamayın: Gülmeyin demiyorum. Gülmek, eğlenmek, kahkaha
atmak, dalga geçmek yaşamsal kaynaklar. J.C. Scott’un deyişiyle
tahakküme karşı direniş sanatlarından sayılır. Önemli olan
tahakküme karşı beraber gülebilmek, kimseyi dışlamadan.
Gökkuşağının bana öğrettiği bu oldu. Birbirine üstünlük taslamadan,
hayatın her biçimdeki farklılığıyla, herkesin özgünlüğünü
tanıyarak, herkesin özgürlüğünü gözeterek gülmek. Nihayetinde
gökkuşağı güneş ışınının kırılmasıyla oluşan bir ışık huzmesidir.
Güneş aynı güneş, renkler optik bir illüzyon. Bu renklerin var
olmadığı anlamına gelmiyor. Algılayabildiğimiz ölçüde varlar, ama
kırmızı yeşilden daha üstün bir renktir diyemiyoruz. Aksine renk
tekerinde tam olarak birbirinin karşısında yer aldıkları için çok
daha güzel bir uyum oluşturuyorlar.
Bilmen gerektiğinden
Anlatırım istersen elimden geldiğinden
Benim derdim bir ben değil de hepimizken
Elin bencilliğinden benim de derdim kimsem
Benim derdim gitsem şehirlerinden birden
Derim ‘dert bi bitsen’ gelirken tripler
Delircem delirtcem derinlerde kinler
Yerim yer değil herkesin derdi bir oh
Tahakkümün gökkuşağından bu kadar korkmasının nedeni de kendi
kurduğu zıtlıkların uyumunu gösteren bir simge olmasından
kaynaklanıyor. Her yeri, her şeyi, her insanı tek renge boyama
çabasının beyhudeliğinden. Tek renk çirkin olduğu gibi, toplum bu
ideolojik boyayı sürekli kusuyor. Bu da LGBTİ+’lardan
kaynaklanmıyor, ya da sadece onlardan. Gökkuşağı ideolojik kalıbın
tutmadığını gösteren bir semptom, bu kalıba uymamakla barışma
arzusu, özgün ve özgür olabilmenin neşesi. Hasılı: Gökkuşağı
hepimiziz.
Dedim: “Benim derdim, benim derdim bana yeter!”