Gökten üç elma düşmüyor

Bu ülkede kadın ve ‘devrimci’ olmak gibi ağır bedelleri olan durumların içinden çıkıp gelmiş iki karakteri birleştirmek, devlet ve erkek şiddetinin devamlılığa dair bir hikaye anlatmak kâğıt üstünde güzel durabilir. Hele de “seyirci böyle istiyor” masalına kanıp dizi alışkanlıklarını sinemaya taşıdığınızda, karakterleri değil ama onların dünyasını da araçsallaştırmış oluyorsunuz. Gökten üç elma düşmediği gibi, aklımızda bir ‘kıssa’ da kalmıyor!

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

Masalın vazgeçilmez unsurlarından birisi ‘kıssa’dır. Yani bir masal anlatıyorsanız, dinleyenin de bundan bir ‘kıssa’ çıkarması gerekir. Ama masal anlatmak da herkesin harcı değildir. Öncelikle bilinen bir masal olsa da kendi anlatı dilinizi oluşturmanız şart. Hikayenin temposunu gidişata göre düşürmek, yükseltmek icap eder. Sevincin de korkunun da gerilimini iyi ayarlamanız, dinleyeni sanki masal o anda o odanın içinde geçiyormuş gibi hissettirmeniz gerekir. İşin içine gerçek katacaksanız bunun masalı güçlendirmesi, dinleyende farklı bir duygu yaratması ve en önemlisi masaldaki kahramana bakışının değişmesi beklenir.

Bu hafta gösterime giren “Martıların Efendisi”, seyirciye dokunaklı bir masal anlatmak için çıkıyor yola. Bir ‘kıssa’sının olacağını, finalde gökten üç elma düşeceğini, onlar muradına ermese bile izleyicinin kerevete çıkacağını vaat ediyor! Ama işte masalın inandırıcılığını zayıflatan anlatı tercihi, masalın duygusundaki iniş çıkışları etkili bir biçimde karşı tarafa geçirmede yaşanan sıkıntılar ve kurulan atmosferdeki tek boyutluluk beklenen etkinin ortaya çıkmasına engel oluyor.

MASALA İNANMAK İSTEYEN BİR RÜYA

Kendisini ‘Martıların Efendisi’ olarak tanımlayan bir adam karşılıyor bizi açılışta. Martılarla konuşuyor, onlardan tekmil alıyor. Bir süre sonra bu adamın ‘zihinsel sorunlar’ yaşadığını, bu deniz kıyındaki evde kendisini özel bir görevle taltif etmiş olarak birisini beklediğini öğreniyoruz. Hayatını devam ettirmesine yardımcı olan karı-koca ile yaşayan Martıların Efendisi, beklenen kişinin geleceği öngörüsüyle özel hazırlık yaptırıyor. Ve beklenen kişi, istemediği bir evliliğe zorlandığı için kendisini denize bırakan gelinlikler içinde bir kadın olarak vuruyor evin önündeki sahile. Martıların efendisi Rüya adını verdiği (gerçek adı Birgül) bu özel kişiyi eve alıyor, sağlığına kavuşmasını sağlıyor. Ona teşkilatın dünyayı kurtarmak için verdiği görevden bahsediyor. Bir an için bu masala inanan ve kendisini iyi hisseden Rüya, gerçek dünyanın tehditleri karşısında başka türlü tercihler yapmak zorunda kalıyor. Böylece film “Martıların Efendisi” ile kurduğu masal evrenini, Birgül’ün kaskatı gerçek dünyasıyla harmanlamaya çalışıyor.

Bunda bir sorun yok. Sorun, anlatıcıların kurdukları evrenin sınırlarının darlığı, yarattıkları atmosferin tekdüzeliğinde yatıyor. “Mahmut ile Meryem” adlı ilk uzun metrajının yanı sıra, “Kuzey Güney”, “Bodrum Masalı” dizilerine de imza atan, “Kaybedenler Kulübü”nün senaryosunu yazıp ve ikinci filmin yönetmen koltuğunda oturacak olan Mehmet Ada Öztekin’in bu masalı görselleştirmede yarattığı sıkıntılar mesela.

Hakkını yemeyelim oyuncu kadrosuyla ‘çok izlenen’ bir film olma iddiasındaki yapımın bu tür filmlerden beklenmeyecek derecede gerçekçi bir hikayesi, “onlar ermiş muradına” diyemeyeceğimiz bir finali var. Bu bakımdan bir masal anlatsa da hayata karşı oldukça gerçekçi durduğunu söyleyebiliriz. Ancak, artık hangi kaygıdandır bilinmez (seyirci böyle seviyor diye mi, yapımcı istediği için mi, yönetmenin el alışkanlığı mı) filmin görsel dünyası tamamen dizi estetiği üzerine kuruluyor. Bunu söylerken yalnızca anlatıyı kastetmiyorum. Görsel atmosferin, hikayenin duygusunu oluşturmadaki etkisi bir yana bırakılıyor. Nihayetinde dokunaklı ve her iki karakter için de (Martılar Efendisi ve Birgül) ağır travmalarla dolu bir filmi parlak spot ışıkları altında, karakterlerin ruh halleri ve içine düşürüldükleri durumla hiç ilgisi olmayan bir görsel fonun içinde izliyoruz. Hal böyle olunca o ışıl ışıl dünyanın içinde biri devlet, diğeri erkeklik yüzünden gadre uğramış iki yaralı insanın dünyasına girmek de zorlaşıyor.

KARAKTERLERİN DÜNYASINA GİRMEK ZOR

Öte yandan Meriç Demiray’ın Martıların Efendisi’nin kafasında kurduğu dünyayı tam olarak seyirciye açamayan, böyle olduğu için de Mehmet Günsür’un bütün çabasına rağmen son bölüme kadar sıkça karikatüre dönüşmesine neden olan; Birgül’ün masaldan gerçeğe geçişindeki aşamalarda tökezleyen senaryodaki sıkıntıları eklediğimizde durum daha da içinden çıkılmaz hal alıyor. Filmin, finale doğru hikaye/karakter bağlantısını yakalamaya çalışan tonu durumu toparlamaya çalışsa da finalde elde edilmeye çalışılan vuruculuk bu kendinden menkul karakterlerle ilişkimiz sıkça koptuğu için ortaya çıkamıyor.

Bu ülkede kadın ve ‘devrimci’ olmak gibi ağır bedelleri olan durumların içinden çıkıp gelmiş iki karakteri birleştirmek, devlet ve erkek şiddetinin devamlılığa dair bir hikaye anlatmak kâğıt üstünde güzel durabilir. Ama kâğıt üzerinde duran bazı şeyler senaryo dosyasında, beyazperde de o kadar iyi olmuyor çoğu zaman. Hele de “seyirci böyle istiyor” masalına kanıp dizi alışkanlıklarını sinemaya taşıdığınızda, karakterleri değil ama onların dünyasını da araçsallaştırmış oluyorsunuz. Gökten üç elma düşmediği gibi, aklımızda bir ‘kıssa’ da kalmıyor!

Yönetmen: Mehmet Ada Öztekin

Oyuncular: Mehmet Günsür, Bilge Önal, Nejat İşler, Timuçin Esen

Yapım: Türkiye 2017

Süre: 120

Tüm yazılarını göster