Aynı ülkede yaşasak da zenginlik hepimizin değildir. Bu kapitalizmde ekmek için, su için olduğu kadar özgürlükler için de böyledir. Çünkü üretilmiş sermayenin de, doğal sermayenin de, beşerî sermayenin de sahipleri vardır. Ülkenin zenginliğinin hepimizin olduğunu düşünmek ancak üzerinde ortak (kamusal) söz sahibi olabildiğimizde mümkündür.
Kapitalizmin ruhu muhasebe tutma üzerine yükselir. Max Weber’in kapitalist rasyonalite olarak tanımladığı sermayenin aklı, her şeyin fiyatlanmasına dayanan bir tür kâr-zarar cetveli gibi çalışır. Sermaye alanı genişledikçe, dünya genelleşmiş bir fiyat cetveline dönüşür. Neoliberalizm ve yaşadığımız dünya bu aklın zirvesidir. Bu eğilimin doğal sonuçlarını Dünya Bankası’nın raporlarında görmek mümkündür. Finansallaşma olarak tanımlanan süreç aşırı sermaye için küresel anlamda yeni bir değerlenme sürecini tetiklemiş ve iktisat disiplinin eskisi sorusu (Ulusların Zenginliği) yeni içeriği ile ölçülür olmuştur. Burada Banka’nın ölçüm tekniklerine elbette değinmeyeceğim. Ama ilgili okuyucuya bankanın üç raporunu öneririm: Ulusların Zenginliği nerede? 21. yüzyıl için Sermayenin Ölçümü (2006), Ulusların Zenginliğinin Değişimi (2011, 2018). Tüm bu raporların küresel düzeyde özellikle doğal varlık envanterleri üzerine temellendiğini belirtmekle yetineyim. Bu kapsamlı envanterin en sonu 2018’de yayınlanan rapor ve gözlem yılı ise 2014. Bunu geç bir tarih olarak düşünmeyin. Bu kapsamda çalışmalar ancak geçmiş yıllara ilişkin yapılabiliyor ve zaman geçse de temel yapısal özelliklerini de koruyorlar. Malum, dünya varlık donanımını beş yılda değiştirmiyor. O yüzden raporların bulguları bugüne de ışık tutuyor.
Niyetim raporların bulgularını sıralamak değil. Niyetim, gerçek bir sermaye toplumuna dönüşmüş “güçlü” Türkiye’ye bu bulgularla bakmak, “yerli ve milli” sermayenin durumunu anlamaya çalışmak. Yukarıda belirttiğim raporlarda Banka “üretilmiş, doğal ve beşerî” şeklinde ayrıştırdığı üç tür sermaye grubu ve net yabancı varlıklar üzerinden ulusal zenginlik ölçümleri yapıyor. İlk üç sermayenin toplam piyasa değerinden net yabancı varlıklar düşünce ulusa kalan net zenginlik (yani yerli bakiye) hesaplanmış oluyor. Banka böylelikle “milli” sermayenin durumunu anlamamıza yardımcı olacak bir gözlem sunmuş oluyor.
Banka’nın hesaplamalarına göre 2014 yılında küresel zenginlik 1,143,249 milyar dolar (yani 1 katrilyon 143 trilyon 249 milyar dolar) düzeyinde. Dünya nüfusuna oranlandığında dünyada kişi başına düşen zenginlik 168,580 dolar (yani 168 bin 580 dolar). Raporun gelir gruplarına göre yaptığı temel gözlem ise şöyle: Düşük gelirli ülkelerde zenginliğe (banka tanımına göre makine ve donanım gibi fiziksel sermaye ile inşaat ve kentsel arazilerden oluşan) üretilmiş sermayenin katkısı yüzde 14 gibi düşük bir oranda kalmakta. Bu ülkelerde zenginliğin aslı kaynağı (yüzde 47) doğal sermayeden oluşuyor. Bu sermayenin temel bileşenleri de fosil yakıtlar, kıymetli madenler, tarımsal araziler, ormanlar ve henüz mülkiyete açılmamış korunan alanlardan oluşuyor. Ülkelerin gelir düzeyi arttıkça doğal sermayenin payı azalıyor ve özellikle beşerî sermaye ile üretilmiş sermayenin payı artıyor. Yüksek gelirli OECD ülkeleri için bu iki sermayenin zenginlik içindeki payları, sırasıyla, yüzde 70 ve yüzde 28.
Peki fakir ülkeler nasıl zenginleşir? Raporlar açıkça bir politika önermese de çalışmanın yöntemi ve bulguları politika önerilerini de kendiliğinden özetliyor:
1) Üretken sermayeni artıramıyorsan inşaat ve kentsel rant alanını genişlet;
3) Bir an önce kendine “doğal gaz mı bulursun, bor madenlerini mi işletirsin” bir doğal zenginlik kaynağı bul.
Bulamazsan varlığım varlığını yutar! Bunun adına da emperyalizm denir; alınmaya gerek yok, sonuçta geldiğimiz aşamada sermayenin milleti yoktur!..
Şimdi biraz da bizim ülkenin vaziyetine bakalım. Aşağıdaki tablo Banka’nın bu hesaplar için paylaştığı veri setinden üretilmiştir. Verilerin zaman içindeki değişiminin yorumunu okuyucuya bırakıyorum. Ancak asıl önemli olan bu gözlemlerin küresel düzeydeki yeridir; bu soruna aşağıda değineceğim. 2014 yılı için Banka’nın verileri şunları söylüyor: Türkiye’nin toplam ulusal zenginliğinin 2014'te ABD doları cinsinden değeri 3 trilyon 566 milyar düzeyindedir. Aslında 4 trilyon 25 milyar dolarlık bir zenginlik mevcuttur ancak bunun yaklaşık yüzde 12’si yabancılara ait yükümlülüklerden oluşmaktadır. Yabancı varlıklara yönelik yetersiz bir hesaplama ancak yine de Banka’nın hesaplamalarından toplam zenginliğinin yüzde 88’i yerli olan bir ülkeden söz edebiliriz!.. Üretilmiş sermayenin 2014 yılındaki değeri 2 trilyon 92 milyar düzeyinde. Bunun çok önemli kısmının inşaat ve kent toprak rantlarından kaynaklandığı ise malumumuz.
Peki bu “güçlü” ülke küresel ekonominin zenginlik panoramasında nasıl bir yere oturuyor? Banka’nın kişi başına düşen oranlar şeklinde sunduğu gözlemlere bakarak bu soruya yanıt vermeye çalışayım. 2014 yılında Türkiye’de kişi başına düşen zenginlik 45 bin 988 dolar. Dünya kişi başına düşen ortalama zenginlik 168 bin 580 dolar; Türkiye 86. sırada.
1) Bu zenginliğin yaklaşık 27 bin doları üretilmiş sermayeden oluşuyor. Dünyada bu oran 45 bin dolar düzeyinde; ülke sıralaması yapılırsa Türkiye 62. sırada.
2) Türkiye’de kişi başına düşen doğal sermaye oranı yaklaşık 13 bin dolar düzeyinde. Dünyada bu oran 16 bin dolar düzeyinde; ülke sıralaması yapılırsa Türkiye 50. sırada.
3) Türkiye’de kişi başına düşen beşerî sermaye miktarı 12 bin dolar düzeyinde. Dünyada bu oran 109 bin dolar düzeyinde, ülke sıralaması yapılırsa Türkiye 109. sırada. İlginç olanı bu oranın Sahra Altı Afrika (13 bin dolar) ile düşük ve orta gelirli Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerin ortalamasından (19 bin dolar) küçük oluşu.
4) Net yabancı varlıklara gelince sıralama değişiyor. Milli ve yerli sermayenin ülkesi kişi başına yaklaşık 6 bin dolar yabancı varlık ile dünya sıralamasında 26. Sıraya yükseliyor. Dünya için bu oran 676 dolar.
Bu veriler çok değişmiş olabilir mi? Bu ülkenin yıllık ortalama 30 milyar dolara yakın cari açık verdiği düşünülürse ve 2014 yılında dış borç stoku yaklaşık 408 milyar dolardan 431 milyar dolar (2020’nin ilk çeyreği) çıkmışsa bu soruya iyimser bir yanıt vermek mümkün değil. Diğer yandan borçlanmadaki artışla “millilik” payında bir daralmanın yaşanmış olması ise çok muhtemel…
Banka’nın kişi başına ortalamalar üzerinden sunduğu verilerin bir tür “körlük” yarattığını da unutmayalım. Ortalama hesabı sosyal bilimlerin en sinsi soyutlama biçimlerinden biridir. Gerçeğin asıl omurgasını saklar. Çünkü biliyoruz aynı ülkede yaşasak da zenginlik hepimizin değildir. Bu kapitalizmde ekmek için, su için olduğu kadar özgürlükler için de böyledir. Çünkü üretilmiş sermayenin de, doğal sermayenin de, beşerî sermayenin de sahipleri vardır. Ülkenin zenginliğinin hepimizin olduğunu düşünmek ancak üzerinde ortak (kamusal) söz sahibi olabildiğimizde mümkündür.
Şimdi düşünelim yukarıda resmedildiği şekliyle bir “güçlü” ülke kendi karasularında bir doğal gaz buluyor… Miktarı, niteliği, havzanın verimliliğini, uluslararası şirketlerle ortaklık biçimlerini bir yana bırakalım ve soralım: Bir şey sermayeleşmişse yarattığı zenginlik hepimizin olduğu anlamına mı geliyor? Elbette değil.
İktisat öğretisinde “gökten düşen meyve” (manna from heaven) diye bir kavramlaştırma vardır. Bir tür talih kuşu, gömü bulmak gibi. Üretken ve beşerî kapasitesi bu derece düşük, dış yükümlülükleri bu kadar yüksel bir ülke ve bu ülkenin iktidar ve sermaye grubu başka ne ister ki? Genişlemek ve gömü bulmak…
Gökyüzünden üç elma düşmüş, ikisini “milli”, birini “yabancı” sermaye yemiş… İzleyen halkımızsa “hani bana, hani bana demiş…”