Kıkır kıkır gülüşüp duruyorlar, her şey komik sanki onlar için ya da komik olmasa da her şeyde gülünecek bir yan bulabiliyorlar. Biraz pervasız, biraz vurdumduymaz sanki, öyle mi? Öyle gibi, görünüşe göre. Tıklatıveriyor biri arabanın camını ve “merkeze mi gidiyorsunuz” diye soruyor, “evet” deyince yine kıkırdıyorlar, gülünecek ne varsa artık. İçten içe hem özeniyorsunuz ülkenin hali, üst komşunun söz anlamaz öfkeli dırdır ve itirazları vs bir bir aklınızdan geçerken “gülebilecekken gülün” diyorsunuz hem de kızıyorsunuz az biraz bunca olumsuzluğun içinde “gülün bakalım, nereye kadar” diyerek.
İki güzel genç kadın, liseyi bitirmişler. Sağlık raporu için gelmişler hastaneye. “İş başvurusu yapacağız” diyor biri, büyük bir market zincirinin buradaki şubesine. “İnşallah olumlu sonuçlanır” diyorum, “evet, inşallah” diye yanıtlıyorlar ikisi birden yine kıkırdayarak. Ama hemen bir sessizlik ve hafiften bir hüzün çöküyor yüzlerine, gözleri dalıyor. O bir anlık hal hareli neşelerinin nasıl da kursaklarında kaldığının ifadesi. Gülüşmelerinden ötürü hafiften yaşanan kızgınlıktan utanıyorsunuz, onca karşılaştıkları haksızlığa bir nebze de kendi katkınızı görerek. Teşekkür edip “iyi günler” diyerek ayrılıyorlar, arkalarından bakıyorum, marketin kapısına doğru gidiyorlar gülüşerek yine. Ancak ne adımlarında ne de bedenlerinde neşenin titremesi var. Daha çok sürüklenir gibiler.
Gülüşlerinin gölgelenişi ve hallerindeki sürükleniş bu iki genç kadına has değil, dâhil oldukları kuşağın gerçeği ekseriyetle. Eğitimin, asıl olarak, hem devlet hem de ebeveyn katında özerk bir birey olma koşullarından biri olarak değil de kanı deli akanların bir zaman ve mekânda zapturapt altına almanın bir ‘imkânı’ olarak görüldüğü bir ülkede, ne arzuların peşinden gitmeye heves kalır ne de merakların peşinden gitmeye takat. Üstelik arzu denilerek benimsetilmeye çalışılan, ‘birilerinin’ zamanında tatmin edilememiş arzu ve heveslerinden uhdelerinde kalanlar zaten. Kim bilir onlara kaç gömlek dar gelecek hayat reçeteleri! Bir demet kâbus anlayacağınız.
Ya güven? Kendine, diğerlerine ve ülkenin kurumlarına? Güven öncelikle kendini değerli hissetmekle ilgili bir mesele. İsteklerine karşılık bulacak imkân ve koşulların yaratılmadığı, bunların neredeyse yok sayıldığı bir yerde kendini değerli hissedebilmek nasıl mümkündür? Selfielerle mi? Değil herhalde. Üstelik kendisinin sürekli adaba ve disipline davet edilende, kendisine şüpheyle yaklaşılanda nasıl tesis edilebilir güven? Gençler arasında çokça yaygın olan ironi, yaşadıkları güven yoksunluğuna verilen bir tepki, bir tahammül aracı olabilir mi acaba?
Ya gelecek umudu ve mutluluk? Hesaplanmasındaki sorunları bir kenara bırakarak genç işsizliğinin yüzde 20’ye dayandığı bir ülke düşünün ya da iş arayanlar arasında yüzde 27’sini üniversite mezunu olanların oluşturduğu bir ülke, gençler için umutsuzluk ve kaygıdan başka ne üretiliyordur ki burada? Dolayısıyla bu sonuçlar üzerinden onlar için mutluluğun tanımı para ve güçten başka şeyleri içerebilir mi? Para ve güçle ulaşılacağı zannedilen mutluluksa bir ruh ölümünden başka nedir ki?
Ekonomisinden, kültürüne, siyasetine genci için sadece yaşlılarının ‘aşkını’ vadeden ve bunun için de elinden geleni ardına koymamış bir ülkenin sakinleriyiz maalesef. Üzerine bolca gevezelik edip durduğumuz, bu gevezeliklerle de dinamizmini boğup durduğumuz gençlik, denklemde bu vaatle yer alabiliyor ancak. Sonuç mu? Bayağı başarmışız, sonuna kadar arkalarında duruyormuşuz yalanını bayağı bayağı yutturmuşuz onların kahir ekseriyetine.
Gerontokrasinin her bir hücresinde buram buram yer ettiği muhafazakâr bir ülkede genç olmak, genç olabilmek zor vesselam! Akılları bir karış havada adımları bulutları arşınlayacak çağda genç olamadan, gençliğini yaşayamadan yaşlanıyorlar sanki. Buyurun sonuçlar ortada, başarımızdan gurur duymalıyız!
Baksanıza KONDA’nın 2011 yılında İstanbul Kültür Üniversitesi işbirliği ile yaptığı Türkiye Gençliği Araştırması’nın sonuçlarına. Ne kadar da hazin aslında. “Gündelik hayatımda toplumun tüm kurallarına uyarım” yargısını doğru bulanların oranı yüzde 47,5, “Geçmişten gelen geleneklerimiz değişmeden korunmalı” diyen gençlerin oranı ise yüzde 59,9. Yedi yılda bu oranlar ne kadar değişmiştir, ülkedeki olumsuzluklar dizboyu sıralanıp dururken? Oysa genç olabilmek, bir önceki kuşaklarla ve onların dayattığı kurallarla ve değerlerle didişe didişe kendini, kendi yolunu bulmanın uğrağı bir yanıyla. Yaş aralığı üzerinden nüfusunun yüzde 20’den fazlasının genç olduğu bir ülkede ‘genç’ sıfatını hak edenlerin sayısı demek ki sanıldığı kadar çok değil. Rahat rahat uyuyabiliriz artık. Demek ki neymiş? Genç ve dinamik bir nüfusa sahip olmayı bir gurur kaynağı olarak dillendirip durmak büyük bir gevezelikten başka bir şey değilmiş. Eh ne demeli biz gencin ruhu yaşlı olanını severiz! Gülüşleri gölgeleniyormuş, bedenleri tedirginlikten titriyormuş ne gam!