1980’lerden itibaren hızla devasa bir ‘sektör’e dönüşen özel dershaneler, Türkiye’nin 12 Eylül ve Özal iktidarıyla girdiği toplam dönüşümün simgesel öneme sahip sonuçlarından biri; bu dönüşümün iktisadi, politik ve kültürel birçok yüzünü gösteren girdi çıktılarıyla, ona dair bir reaksiyon, bir aksülamel idi.
Üniversitelere giriş için yapılan çarpık sınavlara, bir ahret köprüsünden geçecekmişçesine sokulan gençler; başta eğitim ve okul sisteminin kendisi olmak üzere, sınıfsal, bölgesel faktörler gibi nedenlerle de derin bir eşitsizlik içindeydi. Hem bu eşitsizlik hem de sınavın acımasız hiyerarşik sonuçları, gençleri kıyasıya bir rekabete sokuyordu. Üniversiteye hazırlık dershaneleri, işte bu rekabetin yol açtığı –çoğunlukla endişe ve acelecilik dolu ebeveynlere ait– taleplere arz edilen bir iş modeliydi. Eğitimin giderek paralı hale gelmesi ve nihayet, devletin bir aygıtı olarak ücretsiz temel eğitimin iflas edip, özel sektörün çeşitli cüsselerdeki kuruluşlarına, sanayi, hizmet vs. için ara eleman yetiştiren bir işçi-işsiz fabrikasına dönüşmesine giden yolda önemli bir basamak oldu dershaneler. Çeşitli başka sınavlara yönelik olarak dallanıp budaklandılar. Sürücü ehliyeti almak isteyenler de üniversite yüksek lisans programlarına katılmak isteyen bazıları da, önlerine birer baraj olarak konulan sınavlara hazırlık için, bu sınavların mekanizmasını deşifre ettiğini öne süren ‘uzman dershaneler’e para döktüler. Eğitimin sadece piyasalaşmasına değil, dinselleşmesine ve giderek daha fazla tarikatlara havale edilmesine de aracılık ettiler. 2013 yılında –ancak bir iktidar içi kavga vesilesiyle– tasfiye edildiklerinde, temel eğitimin (aslında temel eğitimin dinamitlenerek havaya uçurulması anlamına gelen) kapitalist restorasyonu tamamlanmış, kalıcı hasar çoktan oluşmuştu.
Dershanelerin altın yıllarında, o dallanıp budaklanmanın mecralarından biri de, yine sistematik bir sorunlar bütününün karşılığı olarak şişip büyüyen Açık Öğretim Fakültesi (AÖF) “pazarı”na yönelik olarak kurulan dershanelerdi. Önce bu şişip büyümeyi bir hatırlayalım.
1993 yazında, ülkeyi yöneten DYP-SHP koalisyonunun başbakanı ve büyük ortak DYP’nin Genel Başkanı Tansu Çiller çarpıcı bir vaatte bulundu. O sıralar iki basamak olarak yapılan üniversite sınavının birinci basamağını kazanan herkes üniversiteye kayıt yaptırabilecekti! “Herkese üniversite” sloganıyla sunulan bu vaat, toplumda artan hoşnutsuzluğun önemli kanallarından biri olan yüksek öğrenim alanına ilişkin bir seçim hamlesiydi esasen. 1994 baharında yapılacak yerel seçimler öncesi, eğitim de dahil olmak üzere çeşitli eşitsizlikleri siyasal propagandasının merkezine oturtan İslamcı Refah Partisi’nin hızlı büyümesine karşı bir kontra hamle arayışıydı aynı zamanda bu. Özal’ın ölümünün ardından Çankaya’ya çıkan Demirel’e yakınlığı hasebiyle ‘Demir Leydi’ olarak da anılan Çiller’in ‘müjdesi’, sınavın birinci basamağını geçmiş ama örgün öğretime yerleştirilememiş 440 bin gencin AÖF’e kaydedilmesi esasına dayanıyordu. Aynı yıl Gazi Üniversitesi’nin açılış törenine katılan Cumhurbaşkanı Demirel, dönemin rektörü Enver Hasanoğlu’nun bu uygulamaya ilişkin, “440 bin yeni öğrencinin zaten sorunlu olan sistemde iyice problem olacağı, sonuçta bunun binlerce işsiz üniversiteliye yenilerini eklemek anlamına geleceği” eleştirilerine karşılık şunları söyleyecekti:
“Bunlar zaten işsiz, hele bir üniversiteye girsinler, hiç değilse kahve köşelerinden kurtarılmış olurlar." Ve ardından, yakın zamanda Erdoğan tarafından da tekrar edilecek olan şu sözleri: “Her üniversite bitirene iş bulunur diye bir şey yok ki!"
Bu hamle, Refah’ın yükselişine çare olmadı ve altı ay sonra yapılan yerel seçimlerden Refah Partisi zaferle çıktı; ama açık öğretimin yüzbinleri içine alan bir eğitim pazarına dönüşmesini başardı. En çok polisler olmak üzere, diploma alarak kademe yükseltmek isteyen devlet memurlarının, askerlik tecilinden yararlanmak isteyen genç erkeklerin, ticaret, sağlık ve eğitim meslek liselerinden mezun genç kadınların başını çektiği bir hacimle, sayı her geçen yıl büyümüş; 2000’lerin başına gelindiğinde dershaneler, yayıncılar gibi yan sanayiler ile birlikte genleşen bir sektör oluşmuştu. Bu dershanelerde, Türkiye’nin sadece eğitim sisteminin anlık bir görüntüsü değil; hem devlet hem özel sektör için geçerli olmak üzere, emeğin pazardaki değer ve güç kaybının ‘bireysel çözüm arayışları’ ile tevil edildiği bir yeni düzenin de görüntüsü yer alıyordu.
Bu sisteme “askerlik tecili” ihtiyacıyla katılmış, kendisini tekstilci işadamı olarak tanıtan, burada biraz da sembolik göndermesinden de istifade ederek Ömer Faruk adıyla anacağım ‘öğrenciyle’, 2000’lerin başında, böyle bir dershanede tanıştım. Şişli Osmanbey’de bir ofisi ve mağazası, Çağlayan’da 50 kadar işçi çalıştırdığı ve derhal büyütmeye çalıştığı bir atölyesi bulunan Ömer Faruk, bu atölyede üretilen erkek gömleklerini genellikle ihraç ediyordu. Kazancından, işinin gelişiminden ve ülkenin gidişatından memnundu. “Türkiye çok hızlı değişiyor, daha hızlı değişecek” diyordu. Kuruluşundan beri AKP’nin içindeydi. AKP’yi ve onun ‘reform programı’nı işi kadar önemsiyordu. AB üyeliğinin ticari avantajları, bunun için gerekli siyasi reformların acilliği, ucuz kredilere, dış pazarlara erişimin kolaylaşmasına yönelik hamlelerin önemi üzerine iştahlı konuşmalar yapıyordu benimle. Partinin, yanlış hatırlamıyorsam, Şişli örgütünde yapılan akademisine davet ediyordu beni. “Tekstil uçuyor, daha da uçacak, her sektör büyüyecek” diyordu sevinçle, “Sen solcusun ama bizim parti sağcı-solcu değil, Kürt meselesini de biz çözeceğiz, ekonomiyi ve siyaseti de biz liberalleştireceğiz…” Şimdilerde “AKP’nin kuruluş ayarları” diye yâd edilen burjuva liberal programa sınıf gönlüyle iltihak eden bir yeni burjuvaydı.
Gerçekten de başlangıç AKP’sinin düşünce ve eylem haritası, güncellenmiş bir burjuva liberal program ekseninde, Türkiye’nin uluslararası kapitalizme entegrasyonunu güçlendiren bir sınıf programı idi. Parti içindeki İslamcı çekirdek bu programın siyasal ayağı için yeterli donanıma ve krediye sahip değildi. Bu kadrolar, geçmişte Refah Partisi şahsında şüpheyle karşılanmış olmalarına karşın, kendi “gömlek değiştirme” argümanlarının yanı sıra, büyük burjuvaziden liberal gazetecilere uzanan bir hat boyunca inşa edilen politik bir tahkimatla güçlendiriliyordu. Erdoğan ve ekibi, bu liberal siyasi aura ile çelişmeyecek söylemlere özen gösterirken, rejimin eski sahipleriyle mücadeleyi de ittifak halinde olduğu Gülen Cemaati’ne havale etmişti. Partinin esas işi, büyük burjuvazi, yeni gelişen tüccarlar, Anadolu Kaplanları gibi çeşitli sermaye sınıfları arasında kendi siyasi varlığı şahsında oluşan ittifak ile örgütsüz emekçi yığınların rızası arasındaki ilişkiyi koordine edecek ekonomik ve sosyal programları hayata geçirmekti. Türkiye’de dönemsel olarak farklı güç dengelerine sahip olsalar da devlete hakim iki ana gücü oluşturan bürokrasi ve burjuvazi arasında, ikincilerin lehine bir büyük program uygulamaya koyulduklarında, Sabancı ailesi de gömlekçi Ömer Faruk da bir şekilde yanlarındaydı. Bürokraside kendi siyasi klikleri lehine bir yeni güç oluşturma, orada da genişleme gayreti ayrı bir ajanda olarak işliyordu.
Tüm bunlar olurken AKP (ve Erdoğan), aslında geleneksel olarak çok parçalı olan sağ muhafazakarlık alanında da hegemonik bir çatıyı temsil ediyordu. Geçmişin İslamcıları, ‘merkez sağ’ olarak bilinen fraksiyonları da kapsayacak şekilde ‘geniş ve yeni bir gömlek’ kuşanmıştı. Ekonomide işlerin iyi gittiği ve hem bürokraside hem burjuvazide AKP etkinliği arttığı koşullarda, o gömleğin de önemi giderek azaldı zaten. Dinselleşme, bir zamanlar generallerle birlikte anti-İslamcı kampanyalar örgütleyen büyük sermayenin de, lehlerine olan ekonomik düzenlemeleri alkışlamak üzere arkasını döndüğü bir alanda doludizgin ilerledi.
Sermaye ile bürokrasi arasındaki bu ittifakın, 2010’larda esas şeklini almaya başlayan matrisi, 2013’te özellikle ekonomideki gelişmelere paralel olarak bozulmaya başladı. 15 Temmuz 2016 ile birlikte de ‘çözüldü’. Geçmişteki işbirliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan çatışma 15 Temmuz’da kanlı bir hesaplaşmaya dönüştükten sonra rejim, kendisini daha güvende hissetmesini sağlayacak şekilde, ‘eski devlet’ ve bürokrasisinden unsurlarla yan yana geldi. Erdoğan ve AKP, 2000’lerin başındakinin aksine, daha geniş anlamda ‘sermaye’ ile değil, artık farklı bir siyasal hat üzerinde hareket eden ‘eski-yeni’ bürokrasi ve kendi kalkınması ile birlikteydi.
Bugün, bir ucunda yeni siyasi arayışların, diğer ucunda başlangıçta İslami ‘muhacir-ensar’ söylemiyle girişilip sonunda ‘kayıtlı oldukları yere göndermek üzere toplanmaları’ noktasına varan Suriyeli mülteciler politikasının durduğu darmadağınık görüntü, Erdoğan-AKP rejiminin sağlayageldiği sınıfsal koalisyonun çözülmesinin bir sonucudur. Muhafazakâr siyasal evrende ve onun doğal ‘oy depolarında’ görülen çözülme, toplumun farklı kesimlerinin ihtiyaçlarına istinaden bir sınıfsal çözülmedir. “AKP kökenli” yeni arayışlar, bu çözülmenin sermaye kesimleri ve ideolojik İslamcılık odaklarından türüyor. Erdoğan’ın, yeni sistemi tarif ederken söylemiş bulunduğu “ülkeyi bir şirket gibi yöneteceğiz” sözü, bunu hararetle destekleyen sermaye kesimleri açısından, sözgelimi Gül-Babacan ekibinin olduğu yeni bir siyasal koalisyon aracılığıyla gerçekleştirilmesi daha mümkün bir vaat olarak görülüyor olmalı. Nitekim, süreçlerin ‘hızlanmasını’ ve Erdoğan’ın zaman zaman “bürokratik oligarşi” diyerek şikayet ettiği tutucu devlet sınıfının tasfiyesini istiyorlardı elbette; ama onlar için süratli bir icraat, keyfi bir yönetim anlamına gelmiyordu. Bu açıdan, Erdoğan’ın dün “bildiğimiz yoldan yürüyeceğiz” diyerek meydan okuduğu rejim restorasyonu çağrıları güncelliğini koruyacaktır. Ve Türkiye’de, iktidar olmanın ve/ya iktidarda kalmanın, katı ve çelik iradeli bir devlet bürokrasisi ile hemhal olmakla –en azından sadece bununla– sağlanamayacağı kapitalistleşme sürecinde epey yol almış durumdadır. Bu süreç 12 Eylül ile birlikte hızlanmışsa da ona pek çok eşiği atlatan da bizzat Erdoğan’ın kendisi olmuştur. Bugünün “gömlekçi Ömer Farukları”nın, mevcut koşullarda safını nerede belirleyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
‘Dipteki’, emekçi sınıflar arasındaki ikinci ve daha asli olan çözülme kanalı ise kendi mecrasından henüz mahrum şekilde, bu yeni mimarilere iliştirilmek istenecek belli ki. Rejimin yaşayacağı türbülansı, olası bir ‘geçiş’in istikrar düzeyini de bu iliştirme gayretinin alacağı sonuçlar belirleyecek gibi görünüyor.