Geçenlerde, yaşadığımız şehirleri korkunç beton yığınlarına dönüştüren rant sever belediyecilik anlayışına karşı bir manifesto ilan edildi. Duydunuz mu? Alışageldiğimiz gibi, Ankara’da bir spor salonunda, üstelik 81 ilden gelen 40 bin kişinin katılımıyla, televizyonlarda canlı yayınlanan bir etkinlikle 25 yıldır şehirlerimizi ranta teslim ederken giderek daha da yaşanmaz kılan, plansız, plastik, zevksiz, hesap vermez şehircilik anlayışının artık değişeceği, hem de en yetkili ağızdan ilan ediliyordu. Büyük bir devrim. Bakın, birkaç yıllık aralar dışında doğduğumdan bu yana yaşadığım, âşık olduğum, üniversite okuduğum, en samimi dostluklarımı kurup en büyük kavgalarımı ettiğim, iki güzel çocuk, onlarca kedi büyüttüğüm, her bir kaldırım kenarı çiçeğini ayrı sevdiğim Ankara’yı yıllardır yöneten zihniyet artık değişeceğini vaat ediyordu. Şimdi söyleyeceklerimi sizler de kendi şehirleriniz için düşünebilirsiniz. Hangi parti ya da kim tarafından yönetildiğinin, birkaç istisna dışında pek bir önemi yok; benim derdim Ankara ile olduğu için 1994’ten beri aralıksız olarak bu şehrin sırtındaki, “ben yaptım oldu”cu yönetim anlayışından söz ediyorum. İşte bu anlayış, bozkırın bir köşesine binbir emek ve zorlukla tutundurulmuş mini minnacık ODTÜ Ormanı'na gözünü dikmişti hani. Ormanın içinden yollar geçirmeye doyamamış; karşılığında refüjlere, yani geliş ve gidiş şeridini ayırmak için dikilen beton bariyerlerin arasına yol yapmak için kestiği ağaç kadar fidan dikmekle övünmüştü. Atatürk’ün vasiyetini hiçe sayarak, yine binbir emekle ve nice yokluklara rağmen bataklık kurutularak oluşturulan Atatürk Orman Çiftliği’nin arazisine önce saray olduğu ve de Selçuklu mimarisinden esinlenerek inşa edildiği iddia edilen devasa, estetik tutarlılıktan yoksun bir yapı dikmiş; ardından belediye başkanının “kişisel zevkim” olarak açıkladığı tema parkını yine aynı arazinin başka bir köşesine iliştirmişti. Bu arada, eskiden bağların, meyve bahçelerinin olduğu vadilere; çocukların top oynadığı, köpeklerin ve kedilerin dolaştığı boş arazilerin olduğu yerlere; ya da bahçelerinde türlü meyve ağaçlarının, akasyaların ve leylakların yetiştiği gecekonduların yerine, kentsel dönüşüm adına dikilen devasa gökdelenlere doğaya özlemle “Ege Vadisi”, “Marina Ankara”, “Gökyüzü Bahçeleri” isimleri veriliyor; orman ya da göl manzaralı gökdelen daireleri neredeyse boğaz manzaralı konak fiyatına satışa sunuluyordu. Göl deyince, elbette ODTÜ’nün korumasında olduğu için henüz doğal alan olma özelliği bozulmamış Eymir Gölü'nü de kuşkusuz halka mal etmek için millet bahçesi olsun, bungalovlu sosyal tesis olsun, otel olsun türlü projeler geliştiriliyordu. İşte göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu 25 yıl içinde, önce ufaktan köprülü kavşak, üst geçit, alt geçit inşaatları, ardından eve her geliş gidişimizde altından geçtiğimiz için neden orada olduklarını çocuklarıma bir türlü açıklayamadığım (biz Ankara’da yaşamıyor muyuz yani, Ankara’ya şimdi mi geldik?) “kente giriş kapıları” yaparak işe başlayan yönetim anlayışı zamanla işleri büyütüp, Eskişehir yolu kenarına inci gibi yeni kamu binalarını dizmeye, şehir hastanesi, AVM, AVM’li gökdelen inşa etmeye başladı derken, kent büyük bir şantiyeye dönüştü. Bütün bu devasa binalar yapılırken bunların doğurabileceği trafik sorununun yeni bir köprülü kavşakla; altyapı sorununun ise asfaltın ortasında derin çukurlar oluşturan yeni rögar kapakları ile çözülebileceğini düşündülerse de, yağan her yağmurda çöken altyapı sistemi Ankaralıların “buralar bir zamanlar iç denizmiş” iç çekişlerine de konu olan kadim deniz özlemini bir nebze olsun hafifletmeyi başardı. Ara sıra İstanbul’a seyahat eden birisi olarak Ankara’da trafik sorunundan hiç bahsetmeyeyim, İstanbullu arkadaşlarıma ayıp olur. Ama bir zamanlar geniş kaldırımları olan ve o kaldırımların üzerinde ağaçların ve kaldırım kenarı çiçeklerinin yetiştiği bir şehirdi Ankara. Bunu da söylemeden geçmeyeyim.
ERDOĞAN AKP’Lİ BELEDİYECİLİĞE KARŞI
Her neyse, yanımızda yöremizde biten gökdelenlerin gölgesi hâlâ aynalı camekân yerine pencereleri olan evlerde oturmakta ısrar eden bizlerle perdelerin arasından sızan bozkır güneşinin arasına aşılmaz bir duvar örmeye devam ederken, Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni bir şehircilik manifestosu ile karşımıza çıkmasın mı? 31 Ocak’ta Ankara spor salonunda yaptığı aday tanıtım toplantısında “Burası çok çok önemli” diyerek başladı söze. Ardından 11 maddelik seçim manifestosunu ilan etti. Neler neler yoktu ki bu manifestoda. Şehir planlarını uzun vadeli ihtiyaçlar gözetilerek ve hakkaniyete uygun yöntemlerle yapacaklarını, şeffaflığa özen göstereceklerini, istismara açık parsel bazlı plan değişikliğine izin vermeyeceklerini, kararların demokratik katılım süreçleri işletilerek alınacağını ilan ediyordu. 25 yıldır AKP’li belediyeler tarafından yönetilen şehirlerimizde, bundan böyle… Şehirlerimizi çarpık yapılaşmadan kurtaracak, bina bazlı kentsel dönüşüm yerine alan bazlı kentsel dönüşüme geçecek, yepyeni bir şehircilik hamlesi başlatacaktı. Bir kere şehirler bundan böyle gayrı menkul rantı ile değil, geleceğe miras bırakılabilecek kültür ve sanat eserleriyle değer kazanacaktı. Şehirlerin siluetini bozan, kültür varlığına katkısı bulunmayan, estetik değeri olmayan projelere bundan böyle izin verilmeyecekti. Çevreye saygılı şehirler inşa edilecekti. Bundan böyle. Tabiat kaynaklarının sonsuz olmadığı bilinciyle artık çevreyi kirletmeyen, insan, şehir, tabiat dengesini gözeten, yeşil, sürdürülebilir büyüme ilkesini benimseyen şehirlerimiz olacaktı. Dikey değil, yatay mimariyi getirecekti. (Belki çalışma odamın penceresini gölgeleyip ışığımı kesen şu devasa sitenin gökdelenlerini de yıkıp yerine yatay mimari getirir diye ümitlenmedim desem yalan olur.) İçme suyu, yağmursuyu, kanalizasyon gibi temel altyapı sorunlarını çözeceğini vaat ediyordu. Bundan böyle. Toplu taşıma projelerini artırıp şehirlerimizde yaşayan insanları trafikte boğulmaktan kurtaracağını, sokaklarımızdaki araç istilasına son vereceğini, kaldırımlarımızı sadece yayaların hizmetine sunacağını, otopark sorununu çözeceğini söylüyordu. Bir de belediye faaliyetleriyle ilgili kararlara şehir sakinlerinin de katılacağını, insanların hayatlarını doğrudan ilgilendiren projelerde görüşlerinin alınacağını, hatta bir “şehirli hakları bildirgesi” hazırlayacaklarını söylüyordu. Belediye meclisi toplantıları ve ihaleler de canlı yayınlanacaktı. Sayın Cumhurbaşkanı’nı dinlerken, AKP’li belediyelerin 25 yıllık icraatları ortadayken tek başına bunca değişimi nasıl yapacağını düşünmeden edemedim. Adeta bir devrimden söz ediyordu. Onca yıldır AKP’yi ve AKP’li belediyeleri ayakta tutan tüm işleyişe, şehircilik ve rant anlayışına karşı, tek bir adam ve onun seçim manifestosu. Salonu dolduran bütün o şaşaalı kalabalığa rağmen, yalnız.