Gönül Kıvılcım: Romandaki uğultular kaybeden kadınların uğultuları
Yazar Gönül Kıvılcım'ın İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni kitabı 'Uğultular' hakkında konuştuk. Kıvılcım, "Romandaki uğultular kaybedenlerin uğultuları ve bu kez kaybedenler kadınlar" dedi.
Leyla Tezer
DUVAR - Gönül Kıvılcım’ın yeni romanı Uğultular İletişim Yayınları etiketiyle geçtiğimiz günlerde kitapçılardaki yerini aldı. Deneyimli yazar, Jilet Sinan, Babamın En Güzel Fotoğrafı, Kasaba ve Yalanlar, Parçalı Aşklar gibi pek çok kitabında olduğu gibi okuyucunun karşısına yine sarsıcı bir hikâyeyle çıkıyor. Kendisine kader diye dayatılanlara karşı çıkan bir kadının ağzından uyumsuzların, kaybedenlerin hikâyesini; unutulmuş bir gerçekliği, kirli bir efsaneyi anlatıyor… Kıvılcım’la son romanına, edebiyata, sokağa, insana dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Kitabın meselesi bir kadınlık durumu. Böyle söyleyebilir miyiz?
Evet. Sevgiyi arayan, sevgiyi ararken cehenneme düşen kadınları anlatıyorum Uğultular’da. Bu cehennem bazen Tarlabaşı oluyor, bazen Soğukoluk, bazen İstanbul’un eski bir semti, Üsküdar. Şehir değişiyor, ülke değişiyor, ilişki biçimleri, meydanlar tanıyamayacağımız kadar değişiyor ve biz çapa atacağımız bir yer arıyoruz, sığınacağımız bir liman, kendimiz olabileceğimiz bir yer.
Kendimizi arıyoruz suda boğulmamaya çalışarak. Bir kadınlık durumu var Uğultular’da, bir de kadınlık felaketi. Kahramanım Kader’in gözünden taşrayı, İstanbul’u, bir yıkımı (Tarlabaşı’nı) ve unutulmuş bir gerçekliği anlattım. Soğukoluk’u. Kirli bir efsaneyi yani...
Romanın derdini konuşmuşken, 'Uğultular' ismi de bunun bir parçası sayılabilir galiba…
Düşünüyorum da, yıllardır uyumsuzların hikâyelerinin peşinden koşturuyorum. Sistemle barışık, uyumlu olanlar zerre kadar ilgilendirmiyor beni. Romandaki uğultular da kaybedenlerin uğultuları ve bu kez kaybedenler kadınlar. Kaybedenler erkekler de olabilir şüphesiz. Böceğin ezilmesine, bir ağacın kesilmesine, mültecilerin Akdeniz’de telef olmasına, dünyanın gidişatına başkaldıran, anlam arayan, şefkat arayan bir insan yanımız var. Hikâyeler buradan örülüyor. Bir boşluk mevcut yaşamda, her yazar bu boşluğu kendi kelimeleriyle, öngörüleriyle, kendi cebinde biriktirdikleriyle dolduruyor. Bana gelince, kahramanlarım bir erkek, bir kadın ya da bir çocuk değişmiyor, mutlaka uyumsuzlar.
Bu bazen sokakta yaşayan, sokağa kaçmış ya da atılmış gençler oluyor, Jilet Sinan’da olduğu gibi. Uğultular’a gelince, kendisine kader diye dayatılanlara karşı çıkan bir kadının ağzından anlatılıyor hikâye. Belki kadınların onlara kader diye sunulanlara boyun eğmesine razı gelmediğim için seçtim bu temayı. Belki kaderci bir kabullenişin örneklerine kendi hayatımda da rastladığım için. Bir kadınlık durumu, Kader’in kendi bedeniyle sorunları ve bir kadınlık felaketi, yani Soğukoluk paralel bir kurguyla anlatılıyor romanda... Dışarıdaki herkesin bir kutsalı var: bayrak, devrim, Kuran… Bense sadece insanı kutsuyorum, insanı anlamaya, anlatmaya çabalıyorum.
Roman iki ayrı şehirde geçiyor. İstanbul ve Antakya. Özellikle Antakya Soğukoluk’ta yaşananlar metnin önemli hatlarından biri. Şehir ne kadar önemli, ne kadar yer tutuyor yazdıklarınızda… Oralarda yaşadınız mı hiç?
İstanbul da önemli, Hatay ya da diğer adıyla Antakya da. İstanbul bütün küçük şehirlerin, derelerin aktığı nehir, büyük metropol. Ne anılar gömdük bu şehre, İstanbul da hırpalandı biz de hırpalandık... Hem de ne hırpalanma. Şehre göç eden leylekleri görünce, bazen kendime, acaba geri geldikleri yeri tanıyabilecekler mi diye soruyorum.
Ben Hataylı değilim, yalnız insan yazarken kendini sadece tanıdığı şehir ve insanlarla sınırlı tutacak olursa edebiyat dünyası hayli sığ olur, öyle değil mi? Ötelere de uzanırız, bazen sadece adını duyduğumuz yerlere, bazen gidip araştırdığımız mekânlara. Araştırdım elbette, daha önce bulunmuştum, yine gittim Hatay’a. Bir Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü’nü yıllar önce, gazetecilik yaptığım yıllarda görmüştüm. Samandağ, Belen, sonra komşu şehir İskenderun’un plajları, çok şey anlatabilirim size. Ama dilerim ki romanın cümleleriyle tanısın okur oraları. Sihir bozulmasın.
'BEN KADER'İN ARKASINDAN GİDEREK ONU VAR ETMEYE GAYRET ETTİM'
Ana karakter Kader, kendi geçmişine yaptığı yolculukta Dolunay’ın herkes tarafından bilinen ama dile dökülmeyen hikâyesini keşfediyor. Sanki kendisiyle, kişiliğiyle bir koşutluk kuruyor. Kader ve Dolunay’ın birbirlerine benzediklerini söyleyebilir miyiz?
Bütün kadınların meselesi temelde aynı. Evinize yardıma gelen kadın dövülür, bir gün bir bakarsınız siz de şiddete uğramışsınız. Alt tabakadan bir kadının kocası meyhaneye gider, içer, evin yolunu unutur, ikinci üçüncü kadınları hatırlar, aldatır eşini, ona acırken kentsoylu kadın bir bakar kendi de aynı mizansen içinde aldatılmış... Binbir Gece Masalları’nın öteki yüzü Uğultular ve Soğukoluk. Rastlantılar götürdü beni Soğukoluk’un kapısına. Ama önemli olan yetmişli yıllarda parlayan, 1980 askeri darbesinden sonra Uğur Dündar’ın haberleriyle ifşa edilen ve ardından kapatılan, bazıları yıkılan, bazıları sapasağlam bir yamaçta duran Soğukoluk evlerine nasıl vardığım değil, önemli olan Soğukoluk gerçekliği.
Kadının utancına, bedenine, geleneklere, beynimizdeki küçük kutulara doldurulanlara başkaldırıp kaldıramadığımız. Kader başkaldırıyor da hangi bedelleri ödeyerek. Ben Kader’in arkasından giderek onu var etmeye, geçtiği dar kapılardan geçmeye, artakalanlara bakmaya gayret ettim. Nedir bizden artakalan? Yüzlerce sayfa okursunuz, birkaç cümle kalır aklınızda, belki içinize işleyen, kendinizi bulduğunuz bir paragraf.
Uzun bir film seyredersiniz, tek bir sekans yer eder zihninizde, ama öyle bir yer eder ki bütün ömrünüze eşlik eder neredeyse. Okurun hafızasının Uğultular’dan neyi seçeceğini, hangi bölümü, hangi cümleleri bir kenara not düşeceğini, hangi resimleri zaman geçse de yıllarca capcanlı hatırlayacağını merak ediyorum doğrusu. Kader’in bekâret kontrolünde tir tir titreyişini mi, dedesinin balcılık serüvenini mi, ormandaki tünelleri mi...
Evet ne artakalacak bizden, yaşamlarımızdan, kadınlardan?
Romanımın konusunu dinlediğinde yurt dışında yüksekeğitimini tamamlayıp geri dönmüş bir arkadaşım, çok özel bir anısını paylaştı benimle: Ailesi, bekâret tabusu gibi bir tabuyu, onun da çabaları sayesinde aşmış, aşabilmişti. Ancak annesinin taşralı arkadaşlarından biri kızın yurt dışına gittiği haberini alınca, “Neden yolladın kızını oralara, dikkat et tıpasını patlatır!” diyor. Arkadaşım, annesi ve ötekiler... Benim kuşağım, bizler, bekâret tabusunu yaşamış, bunun acılarını çekmiş, kız kardeşlerimiz ve sonrakiler için de savaşını vermiş kadınlar... İçimizde anlatmadığımız çok hikâye var.
Orman imgesi, özellikle de kadın hikâyelerinin anlatıldığı metinlerde karşımıza çıkan, tekrar eden bir motif. Siz de bunu kullandınız mı, romandaki ormanı bir metafor olarak okumak mümkün mü?
Orman, tekin olmayan bir alan... Bir yandan doğurgan, canlı bir yaşam alanı. Bir yandan kadının ve erkeğin çarpıştığı yer, Kırmızı Şapkalı Kız'ın pusuya düşürüldüğü, erkeğin kadını hapsettiği alan. Aslında romanlarımı eleştirmenler ve okur yerine yorumlamak istemiyorum. Ama orman imgesi ilk kitabım Kasaba ve Yalanlar’da da var. Şöyle demişim: Kaybolmak, referans noktalarımızın yok olması. Köşedeki bakkalın, sıkça uğradığımız pastanenin, kitapçının... Tekrarlanan motifler: ormanda kaybolmak.
Bir korku imgesidir orman kadın için. Ama korkutucu olduğu kadar çekicidir de, yaşamı temsil eder. Sırların, ulaşamadığımız, özellikle biz kadınlara yasak olan şeylerin sembolüdür sanırım.
Biraz da hikâyenin erkekleri hakkında konuşalım istiyorum. Ve hatta erkekleşen ve erkekten daha fazla erkek olan kadınları hakkında… Metin boyunda kendini hissettiren ciddi bir erkeklik meselesi var. Bir zıtlaşma, bir kabullenme ve kabullenmeme… Sürekli bir hasımlaşma gibi mi okumalıyız meseleyi? En azından romanda nasıl kullanmak istediniz?
Teslim olmayan bir kadın var çünkü, değil mi? Zıtlaşma demeyelim buna, var olan dünyayı olduğu gibi kabullenmeyen, dünyayla zıtlaşan bir kadın var romanda. Kadınlara biçilen rolleri reddeden. Ama başta da dediğim gibi bir yandan da sevilmek isteyen, sevgisizliğin iliklerimize kadar işlediğini görüp bununla da didişen bir kadın. Kader bedenine sığmıyor, bedeniyle bir sorunu var. Hangi kadının yok ki? Olmak ya da olmamak sorusunu bir erkek sormuş. Biz kadınlar şöyle diyebiliriz: Teslim olmak ya da olmamak. Teslim olursak bizi sevecekler ama biz kendimizi öyle sevemeyeceğiz belki. Peki ne yapalım? Yazalım mı o zaman? Ya da Şehrazat gibi hiç durmadan anlatalım mı?
Tempolu bir anlatım tarzınız var… Hangi yazarları okursunuz, kimlerden etkileniyorsunuz? Ben, şunu anlatmalıyım hissi taşıyor musunuz?
Yazarlar bence bir iç sesle dolaşırlar dünyada. Günler geçerken, çevremdeki taşlarla, ağaçlarla, onlara baktığımı görüp onlarla konuştuğumu bilmeyen insanlarla, bulutlarla, balkonumun önünden geçen kırlangıçlarla, haksızlığa uğrayıp hapse atılan bir yazarla konuşuyorum zihnimde. Hatta kalkıp Sevgi Soysal’ın Zincirlikuyu’daki mezarlığına gidiyor, “Fıtratta sevişmek var mıdır?” diye soruyorum bize kadın olmanın, insan olmanın ve başkaldırmanın ne demek olduğunu anlatan Sevgi Soysal’a.
Beni etkileyen çok hikâye var kendi ülkemde, dünyada, ama özellikle yaşadığım topraklarda. Elimden geldiğince dünya edebiyatını ve Türkçe edebiyatı takip ediyorum. Son zamanlarda bizden favorilerim Hüseyin Kıran ve Mehtap Ceyran. Hüseyin Kıran kendine özgü ve etkileyici bir dil yaratabildiği için, Mehtap Ceyran bölgeden epeydir beklediğim kadın sesi olduğu için. Mevsim Yas es geçilmemesi gereken bir kadın kitabı.