Ustalık ve deneyimin kural tanımazlığı Google Translate yardımıyla çeviriyi de kaldırır mı? Orijinal dilden yapılmayan çeviri bazı temel eksiklikler içermez mi? Bu çeviriyi yapan kim, Google Translate de takımın bir üyesi mi? Sosyal medyada günlerdir konuşulan konuya dair Ayşegül Sönmezay ve Burçin Gerçek'e fikirlerini sordum, Saadet Özen'le de ayrıntılı bir söyleşi yaptık.
Çevirmen ve yayıncı Osman Akınhay’ın, çevirdiği son kitaba dair bir Twitter paylaşımı günlerdir tartışılıyor. Şu ana dek 152 kitabı Türkçeye kazandırmış olan Akınhay, Jean-Dominique Brierre’in “Bir Yazarın Hayatı/Milan Kundera” adlı kitabının çevirisini tamamladığını, kitabın Türkçe baskısının Mayıs sonunda okurla buluşacağını anlatırken, çeviri yöntemini çok ilginç bir biçimde tanımlıyordu: “İyi Fransızca bilmeden, Google Translate yardımıyla ve cümle cümle çalışarak sekiz ayda çevirdiğim, dokuz-on defa yeniden okuduğum, Halil Gökhan’ın editörlüğü ve Şükrü Argın’ın titiz okumasıyla eksikleri tamamladığımı düşündüğüm Milan Kundera biyografisi nihayet matbaaya gidiyor…”
İlk gördüğümde, paylaşımı herkes gibi ben de tuhaf bulmakla birlikte deneyimli ve belli ki yaptığını ciddiye alan bir çevirmenin bu girişim ve “itiraf”ının ya nedenlerinin olduğunu ya da bir tür ironi içerdiğini düşünmüştüm. “Ne demek Google Translate’le çeviri yaptım!” denecek kadar basit olmamalıydı olay. Çevirmenin tahmin edilebileceği gibi alaydan hakarete uzanan bir yelpazede gelen tepkiler karşısında yaptığı birkaç tweet zinciri, sürecin göründüğünden çok daha karmaşık ve emek yoğun olduğunu açıklıyordu. Yer yer ikna edici bulsam da bu ayrıntılı açıklama da ilk algıyı pek değiştirmedi. “Google Translate” hâlâ zihinlerde yanıp sönüyordu. Bu orijinal dilden yapılan çevirilere haksızlık değil miydi, ne lüzumu vardı, Fransızca çevirmenlerinin kökü mü kurumuştu… Sonuç olarak intihallerden tatsız tuzsuz çevirilere pek çok sorunun olduğu, işinin ehli çevirmenlerin yaptığı leziz çevirileri de diğerlerinden ayırt edecek kadar ahım şahım bir yaygın kitap okuma kültürünün bulunmadığı ülkede, bu “itiraf” coşkulu bir öfkeyle karşılaştı. Bu zor zamanlarda insanlara hakkında konuşabilecek kadar bir şey bildikleri hissini veren bir konu verin, dünyayı yerinden oynatsınlar. Çeviri tam öyle bir mevzu. Herkes birkaç çeviri kitap okumuştur sonuçta.
Akınhay’ın neşeli açıklamasında insanı kaşıyan bir yan da yok değil. Bir kere insanların gerçek hayatta uzun süredir tanıdıklarına bile sadece bir tweet bağlamında tepki verebildikleri bir dönemde, böyle bir şey yazıp fırtınalar kopmamasını beklemek hiç gerçekçi değil. “Belki de çevirmen bu yolla kitaba olan ilgiyi köpürtmek istedi?” diye geliyor akla. Ya da bu bir “itiraf”tan çok meydan okumaydı. Çevirmen, bir dili bilme zorunluluğunu ortadan kaldıracak denli işini iyi yaptığını düşünüyordu. Bu son varsayım da, itirafın yanına çevirmenin biyografisini koymayı gerektiriyor. Hakkında bildiğim şeyler vardı, bu vesileyle biraz daha baktım. Çok ilginç bir hayat hikâyesi var gerçekten Osman Akınhay’ın. Öncelikle İngilizce 100 kitap çevirdiği halde İngilizce de konuşamıyor ama ilginç olan bu değil. 60’ların dahi çocuğu, 70’lerin devrimcisiyken 80’lerde müebbetlik mahkûm olarak bulunduğu hapishanede büyük bir tutku ve disiplinle İngilizce öğreniyor ve çeviriler yapmaya başlıyor. Detayları bu röportajdan öğrenebilirsiniz.
Kesin olan şu ki, yıllara yayılmış bir dil emeği, daima kendi kurallarını koymuş bir çalışkanlık ve müthiş bir dil sevgisi içeriyor Akınhay’ın yolculuğu. Aklıma gelen tüm çevirilerini de zevkle okuduğumu hatırlıyorum. Yine de, ustalık ve deneyimin kural tanımazlığı Google Translate yardımıyla çeviriyi de kaldırır mı? Orijinal dilden yapılmayan çeviri ille de bazı temel eksiklikler içermez mi? Bu çeviriyi yapan kim, Google Translate de takımın bir üyesi mi? Sosyal medyada günlerdir konuşulan bu konu, çeviriye dair hem bildik hem de akla pek gelmeyen pek çok meseleyi tartışma imkânı yarattığı için ilgimi çekti asıl.
Baudrillard’dan Bataille’a pek çok önemli yazarın eserlerini Fransızcadan dilimize kazandırmış Ayşegül Sönmezay’a ve gazeteci/çevirmen Burçin Gerçek’e konuya dair fikirlerini sordum. Everest Yayınları Genel Yayın Yönetmeni, çevirmen, tarihçi Saadet Özen’le de konuya dair ayrıntılı bir söyleşi yaptık…
Ayşegül Sönmezay
Bence sorularınızın cevabı iki yerde saklı; öncelikle çeviri alanına çok emeği geçmiş olan Osman Akınhay’ın söylediklerinde.
Anladığım, Google Translate’e, çevirmen bulamadığı için son çare olarak başvurduğu ve bunu bir “challenge” olarak gördüğü. Üstelik Google Translate Fransızca-Türkçe çeviride yetersizlikler gördüğü için Fransızca-İngilizce Google Translate çevirisinden sonra -ki mutlaka anlam kayıpları ve fazlalıkları olmuştur- İngilizce- Türkçe çeviri yapılmış. Bir metnin özgün dili dışında bir dilden çeviri yapılması, zaten çevirmen için büyük handikap. Bir de işin içine, Google giriyor… Dijital çeviri olmasa bile, bu bir zorunluluksa her zamankinden misliyle titiz olmak, özgün metinle karşılaştırmalar yapmak gerekiyor. Çevirmen de, muhtemelen bunu gayet iyi bildiği için birkaç kişiye okutuyor. Bence kulağını tersten göstermekten çok daha yorucu ve gerek çevirmen gerekse -ve bence daha önemlisi- okuyucu için son derece riskli bir süreç.
İkinci olarak sorularınızın cevabı Milan Kundera’nın yazı dilini seçmede yaşadığı zorlu süreçte saklı.
Kundera, Fransa günleri başladıktan ve bu dile vakıf olmak için epey ter döktükten sonra bu dildeki ilk çalışmasına, kendi kitaplarının Fransızca çevirilerini inceleyerek başlıyor ve ana dili Çekçe ile Fransızca çeviriler arasında “otantik” olma bakımından ne tür sorunlar olduğuna bakıyor, gerekli düzeltmeleri yapıyor; kitaplar Gallimard tarafından “Kundera tarafından gözden geçirilmiş ve aynı otantik değerlere ulaştırılmıştır” ibaresiyle yeniden yayımlanıyor. Doğrudan Fransızca yazmaya da uzun yıllar süren bu emeği verdikten sonra başlama hakkını buluyor kendinde.
Elbette çeviride asl’olan çevirmenin kendi anadilini çok iyi bilmesi – o da yetmez- ona tutkun olmasıdır. Yabancı dilinizde olan eksiklerinizi sözlük, etimoloji, bir kelimenin-kavramın eni, boyu, zamansal derinliği vb. derin araştırmalar yaparak giderebilirsiniz. Bu bakımdan eminim benim gibi birçok çevirmen, özenle yapmış olsalar da çevirilerini yeni baskıda gözden geçirmek isterler; madem zihin organiktir onun dile gelişi olan dil de organik olduğu için.
Bu tartışma, çeviri alanının bütün katmanlarında pek çok sorunu ortaya serdi: Çevirinin niteliği, çevirmen bulmanın zorlukları, bu alandaki emek sömürüsü vb. Şeffaf tutumundan ötürü Osman Akınhay’a teşekkür etmekle birlikte, bundan böyle bu tür “badire”lere kendini sokmayacağı bir ortamda çalışmasını dilerim.
Burçin Gerçek
Uzun yıllar önce edebiyat çevirileri de yaptım ama edebiyat çevirmeni değilim. Mesleğim gazetecilik, yıllardır haber ve akademik metin çevirileri yapıyorum. Google Translate İngilizce ve Fransızca arasında, son bir düzeltmeden geçirmek kaydıyla, gayet başarılı sonuçlar veriyor, doğru. Ama bundan yola çıkarak edebi bir çeviride kullanılmasını yadırgıyorum. Çeviri çok boyutlu bir iş. Sadece çevirdiğiniz dile hâkim olmanız yetmiyor, aktardığınız dilde de akıcı, okuma isteği uyandıran cümleler kurabilmeniz lazım. İşin bu boyutuna, dolayısıyla tartıştığımız örnekte metnin Türkçesine çok özen gösterilmiş olsa dahi, yine de içime sinen bir durum değil. Çeviri sadece kelimelerin anlamını vermekten ibaret değildir. Daha doğrusu o kelimelerin doğru anlamını verebilmek için dili kuru kuruya bilmek yetmez çoğu zaman, metnin yazıldığı ülkenin kültürünü, deyimlerini, tarihini, siyasi tartışmalarını vs. de bilmek gerekir. Bir ironiyi, atıfta bulunulan bir konuyu ancak böyle anlamlandırabilirsiniz. Hal böyleyken, dile hâkim olunmadan, Google Translate yardımıyla yapılmış bir çeviriye bir kitap baskısı için sıcak bakamıyorum.
Saadet Özen
Bu olayda çeviri kime ait? Osman Akınhay mı, Google Translate mi, yoksa iki editör, yani Halil Gökhan ile Şükrü Argın mı? Hepsi birden mi? Çevirmen kim?
Bence burada çevirinin sahipliği doğru ifade edilmiyor; burada bir ekip çalışması söz konusu. Çeviri aslında her zaman bir ekip çalışması olarak düşünülebilir, ideal koşullarda, işi ciddiye alan yayınevlerinde çevirmenden sonra redaktörün, editörün, düzeltmenin de devreye girmesi beklenir; ancak tüm bu süreçte elbette en büyük çabanın ve payın çevirmene ait olması gerekir. Bu olayda ise -Osman’ın Fransızca bilmediğini göz önünde tutarsak- payların daha farklı dağıldığını düşünebiliriz. Geçmişte de bunun örnekleri var. Örneğin Herman Melville’in ünlü yapıtı Moby Dick, Fransızcada eksiksiz olarak ilk kez 1941’de yayımlandı. Çeviride üç kişinin imzası vardı: 20. yüzyıl Fransız edebiyatının önde gelen isimlerinden (İngilizce konusunda pek iddialı olmayan) Jean Giono, İngilizceyi çat pat bilen (iyi ihtimalle) şair, ressam, dansçı Lucien Jacques ve ekibin anadili İngilizce olan üyesi, antikacılıkla uğraşan Joan Smith. Söz konusu çeviri kaynak metinle karşılaştırıldığında bugünün çeviri anlayışına çok uymuyor tabii, ancak özgün bir dil kurma deneyimi olarak edebiyat tarihinde bir yeri var. Gallimard, bu çeviriyi hâlâ yayımlıyor, ayrıca Philippe Jaworski ve Pierre Leyris çevirisiyle resimli-resimsiz farklı baskılarını da yapıyor.
Yeri gelmişken, geçmişteki bazı çevirilerin “çok iyi olduğunu” düşünebilirsiniz, fakat orijinal metinlerle karşılaştırırsanız bugünün anlayışına hiç uymadıklarını fark edebilirsiniz. Çeviri anlayışı, çevirmenin kendine tayin ettiği -ya da toplumsal ve edebi otoritelerin ona tayin ettiği- roller nedeniyle değişir; sözgelimi su gibi akıp giden bir çeviri aslından çok uzaklaşmış, dönemin siyasi ve toplumsal beklentilerine göre “yorumlanmış” olabilir, ayrıca çevirmenin yazarı ya da okuru merkeze almış olmasına göre değişebilir. Okur bazı çevirileri ve çevirmenleri “kanonik” saymayı seviyor ama çeviride kanondan, daha doğrusu “aşılmazlıktan” bahsetmek işin doğasına aykırı, çünkü tercihler dönemseldir; sözgelimi çok beğendiğiniz eski çevirilerdeki stratejileri (okur adına karar vererek bazı bölümleri atma, ekleme, değiştirme, metni tamamen yoruma dayalı olarak yeninden inşa etme vb.) bugünün çevirmenleri benimsese sanırım Twitter’da başlarına gelmeyen kalmaz.
Bir çevirinin “doğruluğunun” ya da “iyiliğinin” ilk koşulu orijinal dilden çevrilmesi midir? Başka türlüsü iyi olamaz mı?
Çevirinin orijinal dilden yapılması istenir, hatta idealar dünyasında tersi düşünülemez bile; ancak orijinal dilden yapılmış, Google Translate çevirisinden beter nice metinlerle karşılaştığımız düşünülürse bu “iyi çevirinin” garantisi değil. Çevirmenin orijinal dile hâkim olması, fakat başka dillerdeki çevirileri de bilmesi, incelemesi, hatta bazen en iyi bildiği dili esas alması ve orijinal dille kıyaslayarak ilerlemesi daha sağlıklı sonuç verebilir. Bu vakada ise temel sorun, Osman’ın hâkim olmadığı bir dili, hâkim olduğunu düşündüğü dile tam bir güven uyandırmayan bir araçla aktarması, orijinal dille bağ kurma işinin büyük oranda editörler tarafından üstlenilmiş olması. Ne var ki alışılmamış bir durum gibi görünse de çevirinin niteliğini sırf bu yöntem üzerinden değerlendiremeyiz. Kaynak metinle kurulan ilişkiyi ancak ve ancak çeviri üzerinden konuşabiliriz. Bu ekip nasıl bir strateji benimsedi, metin aslına ne kadar sadık, ne kadar iyi kavrandı ya da kavranamadı? Bu soruların cevabı yalnız ve yalnız metinde bulunabilir bence-ben henüz bakmadım.
Bu arada, şunu da belirtmek isterim, bir çevirmen her metinle aynı bağı kuramayabilir; işin ne olduğunu idrak etmiş, azami çaba gösteren bir çevirmenin bile her metni aynı niteliğe sahip olmayabilir. Bir arkadaşım “çevirmenler yoktur, çeviriler vardır,” der, katılıyorum.
Google Translate çevirmen için bir ekip arkadaşı olabilir mi?
Çeviri programları birkaç sınıfa ayrılabilir; çeviri bürolarında kullanılan bazı programlar çeviri yapmıyor, ancak çevirmenin kelime tercihlerini, hatta cümleleri hafızasında biriktirip sürekli çevirmene hatırlatarak, seçenekler sunarak çeviriye hız kazandırıyor. Bunun dışında bir de bir dili başka bir dile aktaranlar var, Google Translate bunlardan sadece biri. Çok kullanılan dillerde bu programlar çok daha isabetli cümleler ortaya koymaya başladı, örneğin Fransızcadan Portekizceye, İspanyolcaya çeviride çok yol alındı. Aynı şeyi Türkçe için söylemek pek mümkün değil. Programların çok kullanılması, ihtimallerin çoğalması, veritabanının zenginleşmesi gerek. Her şeye rağmen teknik çevirilerde bu programlar işe yarayabilir, zaten kullanılıyorlar da.
Gelgelelim, ne kadar ilerleme kaydedilmiş olursa olsun üslubun -öznelliğin- esas olduğu edebiyat söz konusu olduğunda makinelerin olsa olsa ham ve çevirmenin üslubuyla bağı olmayan bir metin ortaya koyabildiğine şüphe yok. Çevirmen iyi bildiği bir dilden anadiline çevirmek için bu yöntemi kullanırsa, yani ortaya çıkan metindeki eksikleri, yanlışları ölçebilecek durumdaysa, makine çevirisi belki tıpkı sözlük kullanmak gibi düşünülebilir. Çevirmenin bunun üzerinde defalarca, tekrar tekrar, kendi sesini bulana kadar çalışması gerekir. Ancak çevirmen bilmediği bir dili bildiğini varsaydığı bir dile çevirdiğinde, ortaya çıkan metnin anlamı ve incelikleri ne derece aktarabildiğini ölçmesi çok zor. Gereksiz bir risk bence, hele Fransızca gibi yaygın bilinen bir dilde yazılmış bir metin için.
Çeviri programları bir gün çevirmenlerin yerini alabilir mi?
Bir bilişim devriminin ortasındayız. Tarihteki benzer dönüm noktalarında ortadan kalkan meslekler oldu tabii, ancak eskiyle yeninin yan yana yaşadığı da oldu, oluyor. Sözgelimi araba var ama at arabası dünyanın bazı yerlerinde hâlâ kullanılıyor, ya da arabaların ulaşımda kullanıldığı yerlerde de at yarışı, eski günlerin bir hatırası, spor ya da bir alışkanlık olarak varlığını koruyabiliyor. Balta, neredeyse Neolitik Dönem’den beri şekli pek değişmeden kullanılageldi. Müzelerde gördüğümüz pek çok küçük eşya -iğneler, kap kacak, mücevherat- benzer form ve malzemeyle kullanılıyor. Dolayısıyla bunları üretenler de hâlâ var. Ekmek bugün fabrikalarda üretiliyor, fakat “el yapımı” ekmek, “ekşi mayalı” ekmek başka türlü bir üretim sürecinin bir ürünü olarak aranıyor, farklı bir kategoride, bir incelik olarak kabul görüyor. Çeviriye gelirsek, çeviri zannedilenin aksine mutlak doğrularla değil, her cümlede yeni baştan düşünerek, karar alarak yürütülen bir çalışma. Makineler bu yarışa katılırsa -bilişsel ve duyusal incelikleri ayırt edecek hale gelebildiklerini varsayalım bir an- onlarınki de yorumlardan biri olur sadece, tıpkı makinelerin satranç oynaması ama insanlar karşısında her zaman kazanamaması gibi. Kaldı ki, çevirmek ve yazmak yaratıcılık bakımından birbirine çok uzak değil; günün birinde makineler insanların mantığı ve duyarlılığıyla çeviri yapabilmeye başlarsa roman da yazabilir, buna bir engel var mı?
Makine çevirisine başvurur muydun?
Hayır, bu bana vakit ve üslup kaybettirir. Makinenin üreteceği ham metin bana kısıtlayıcı gelir; ona kendi sesimi vermeye çalışmaktansa sıfırdan çevirmeyi, baştan kendi “sahici” dilimi kurmaya gayret etmeyi tercih ederim. Redaksiyon zaten inanılmaz sıkıcı bir iş, hele Google Translate’e redaktörlük yapmak istemem; "artizan çevirmen” olarak kalmak niyetindeyim, başka türlüsü zevk vermez, en azından şimdilik bu böyle.