İstanbul Beyoğlu İstiklâl Caddesi'nin bir süredir resmen ve
gayrıresmî yaşadığı sosyo - kültürel, ekonomik ve mimarî doku
tahribatına, 'satılık / kiralık' levhaları arasında 'sanat için
alan' düsturuyla yanıt vermeye çalışan Arter, yaz sezonu sergisini
'Görme Biçimleri'ne ayırdı.
Kendiliğinden ya da kurgusal nice imge veya metnin, Dünyada
eşine az rastlanır anarşik bir içerik bereketiyle karşımıza çıktığı
Türkiye gibi bir ülke için fokur fokur bir sorgulama alanı üreten
'Görme Biçimleri' sergisi, 13 Ağustos'ta sona eriyor.
Tasarımı en az bir yıl öncesine dayanmasına karşın, dramatik bir
zamanlamayla, açılışı sanat tarihçi, yazar ve ressam John Berger'ın
kaybı ertesine rastlayan sergi, bu vesileyle, Berger'in 1972'de
yazdığı, BBC için belgesel serisine de dönüştürdüğü entelektüel
mirasını anma görevini de yerine getiriyor.
Küratörlüğünü Montblanc Kültür Vakfı eşbaşkanları ve çok
disiplinli küratöryal platform Art Reoriented'ın kurucuları Sam
Bardaouil ve Till Fellrath'ın üstlendikleri 'Görme Biçimleri'
sergisi, hemen her sergi girişinde çocuk merakı taşıyarak tedirgin
adımlarla Arter'e giren ve gerek tasarımı, gerekse metinleriyle
büyük itinayla hazırlanan küçük sergi okuma rehberlerine yumulan
yalın, meraklı izleyiciyi tatmin edici bir birikimi yansıtıyor.
Türkiye koşullarında - iyi ki - insanı rahatsız edecek derecede
umut veren, özellikle sanat ve sanat tarihi öğrencileri için tam
bir fırsat niteliğindeki sergi, izleyicisini en temel ve soru
yanıtlar arasında bile isteye bırakan, onların yapıttan yapıta
sekerek kendi görme biçimlerini bulmalarına vesile olacak bir
'ebeveyn' içtenliği, gözetim şefkati taşıyor.
İstanbul'un hafriyat, emniyet ve resmiyet grisi şu günlerinde,
Beyoğlu'na açılmış rengahenk, organik bir sanat tarihi pazarını
andıran sergi, bir çok eserin optik, grafik, estetik ve sosyolojik
muzipliğiyle şekere bulanmış bir ilâç etkisi de yapıyor.
İstanbul'un kendini kendiyle eriten mekân, tarih ve yenilik
düğümünden epeyce feyz aldığı anlaşılan Görme Biçimleri sergisi,
bilhassa üç kata yayılan labirentimsi bünyesiyle, özellikle bu
kentin birbirine 'yerli yabancı'larının hiç itmeyeceği, Beyoğlu
güruhunun bildiği tabirle, Terkos'vari, kaotik ve içinde
kaybolunabilir, tuhaf bir bereket ihtiva ediyor.
Milâttan önce bin yılından, günümüze değin ulaşan zamansallığı
ile resim, heykel, fotoğraf, yerleştirme ve ses gibi bir çok
disiplini buluşturan kışkırtıcı etkinlikteki bir çok çalışma,
Türkiye'de ilk kez sergileniyor. Bir bakıma, iki yıl sonra
kapılarını açması beklenen Dolapdere Vehbi Koç Vakfı Çağdaş Sanat
Müzesi'nin 'gerçek mermilerle tatbikat' alanı gibi kullanılagelen
Arter'deki sergide, Salvador Dali'den Kara Walker'a, Vik Muniz'den
Walid Raad'a, Cindy Sherman'dan Hayri Çizel ve Grayson Perry ile
James Webb ve Andreas Gursky'e nice imza bir araya geliyor.
Bardaouil ve Fellrath ile, duyduklarında pek çok sevdikleri
tabirle 'Tarihte Bugün'ü değil, ama 'Bugünde Tarih'i yansıtan, 33
imzanın 70 eserini buluşturan bu sergiyi bahane ederek,
gördüklerimizi seslendirmeye, duyduklarımızı anlamaya,
bildiklerimizi paylaşmaya ve inandıklarımızı sorgulamaya
çalıştık.

John Berger'ın kültürel ve duygusal mirası bu sergiye ne
kadar etki etti ?
Sam Bardaouil: Öncelikle, bu sergi projesinin
kendisinin kaybından çok önce başladığını kaydetmemiz gerekiyor.
Çünkü bazı kimseler serginin kendisinin ölümünün hemen ardından
aklımıza geldiğini ve ortaya koyduğunu düşünüyor. Ama aslında bu
sergi hakkında düşünmeye en az bir sene önce başladık. Kendisinin
hayatını kaybetmesi bizler için büyük bir sürpriz ve acı bir an
anlamına gelmiş oldu. Sergiyi bu olayın üzerine kurmak gibi bir
gayemiz olmadı.
Bize kalırsa Berger, bugünün isimsiz kahramanlarından. O,
herkesin hakkında konuştuğu, reklâmvari, Michel Foucault gibi biri
olmadı. Ama söylediklerine, özellikle de erken 1970'lerdeki
çalışmalarına bakacak olursanız, ilettiklerinin hemen hepsinin
gölgede kaldığını fark edebilirsiniz. Keza kendisi sömürgecilik,
feminizm ve piyasanın sanatsal üretimle çelişkisini mevzubahis
etmiş biri. O aynı zamanda sanata tüm bu çerçevelerin, ataerkil
sanat tarihsel bakışın, sömürgeci yaklaşımın dışından bakabilmeyi
bildi. Sanat eserlerine durmaksızın yepyeni nüfuz etme biçimleri
ortaya koydu.
Bu yönüyle İstanbul'a bu koşullarda gelmiş olmak ve görme
biçimlerinin bunca risk altında kaldığı bir Dünyada bu sergiyi
yapmak da, özellikle popülizm ve milliyetçiliğin gün geçtikçe
hissedildiği bir zaman diliminde, bize sanatçıların şeyleri farklı
biçimde görebildiklerini yeniden hatırlatma adına son derece ilgili
ve zamandaş göründü. Bununla beraber, sanatçıların ortaya
koyabildikleri biçimsel stratejiler de, ilgi alanımızda oldu.
Bununla, artık bir çok sanatçının başvurduğu eylemci tavrı da
kastetmiyoruz.
Till Fellrath: Sanırım John Berger ile ilgili
bir diğer önemli mesele de, kendisinin sergi ziyaretçisi,
izleyiciye sunduğu iade-i itibar. Burada teorisyenlerin 'şunu şunu
anlayacaksın' tarzındaki dayatmacı, yapısalcı yaklaşımından söz
etmiyoruz. Burada sözünü ettiğimiz, sergiyi gezme pratiğinin
doğrudan bir kültürel eylem oluşu fikri. İzleyen kişinin kendi
muhakeme gücüne duyulan güven bu. Gördüğüne inanmak, ya da bu
sırada kendine tekrar sorabilmek hali: Ne görüyorsun, gördüğünü
nasıl tarifliyorsun ve sor kendine yine; bunun arkasında ne var?
Bana kalırsa sergi de tam olarak bunu yapmaya yöneliyor.
Aslına bakılırsa sergi, eleştirel bakımdan da 'sanat dünyası'
denilen şey hakkında şunu keşfediyor ki, o her ne olursa olsun,
suretinin kıymetinin ardında her daim ikincil bir değer katmanı
daha ihtiva ediyor. Bunu da kişinin kendi değer yargısına güvenerek
ortaya koymak pekalâ mümkün. Yani bunu sırf bir müzeye giderek,
zaten doğru olan şeyleri tecrübe ederek yapmak da zorunda
olmayabiliriz. Bugün medyaya baktığınızda, müze sergileri üzerine
yazılan hiç bir metinde eleştiri olduğunu göremezsiniz. Çünkü
verilen bilgi zaten tıpatıptır. İşte tam da bu eleştirel düşünceyi
izleyici nezdinde, ona atfen güçlendirmenin önemli olduğunu
düşünüyoruz.
Fellrath: Evet oldukça; mizah duygusuna çok
ihtiyacımız var. Aynı zamanda hakikatin sahteliğinden ziyade, bu
sergide hakikatin farklı sahneleme ve yaratı biçimleriyle de hemhal
olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü neticede bu sergi vesilesiyle neye
inandığımızı, hakikatin ne olduğunu tartışıyoruz. Sözgelimi Alicja
Kwade'ın 2012 tarihli işi 'Duvar Saati'ne baktığımızda, en
basitinden neyin, neyin etrafında döndüğünü sorabiliriz. Normalde
zaman, bir saatte merkez üzerinden dönüp ilerler. Ancak burada saat
aygıtının ta kendisi, kadran etrafında dönüyor, değil mi? Bu da
bize, "Güneş mi Dünya etrafında dönüyor, yoksa Dünya mı Güneş
etrafında?" gibisinden soruların kapısını açıyor. Merkez nedir?
Referans noktalarımız nelerdir? Özellikle saat gibi bir unsuru ele
aldığınızda, bilirsiniz 10 dakika bile geciktiğinizde hemen herkes
bir gerilim içine kapılır. Ama tam da bu bizim ele aldığımız
referans noktası işte: Bu, inşa edilmiş bir bir şey. Ve bize
söylediği şey ortada: Hakikat(ler) kurgulardan ibarettir.
Bardaouil: Bununla birlikte sergi, sanat
endüstrisinde yapıtın nasıl tecrübe edildiği ve bunun
mekanizmalarını tartışabilme konusunu da gündeme taşımaya gayret
ediyor. Bu yanıyla örneğin, sergideki Vik Muniz imzalı işe bakacak
olursanız, resim tarihinin bir diğer yüzüyle karşılaşabiliyorsunuz.
Bir yapıtın kaç defa çerçevelendiği, nerede sergilendiği, kaç defa,
hangi etiketle, otantikliğini ispatla taşındığı gibi unsurlarla
yüzleşiyorsunuz. Walid Raad'ın sergideki yapıtında ise, Körfez'de
yeni yapılan bir müzenin cilalı zeminine yansıyan bellibelirsiz
eser çerçeveleri karşımıza çıkıyor. Bu çalışmalar size, günümüzde
müzelerin eserleri sergilerken, yapıtları da aşan bir baskıcı tavır
güden ne tür çalışma biçimleri ortaya koyduğunu aktarmaları adına
önemliler.
Yine bu sergi üzerinden söylersek, sanatçı ve eser isimlerinin
bulundurulmaması, metinlerin - künyelerin sergide yer almaması da
bizim üzerinde son derece bilinçli biçimde durduğumuz bir konu
oldu. Çünkü bugün sergi gezme tecrübesi esnasında bizlerin bu
mekanizmalara ne denli bağımlı olduğumuzu görebiliyoruz. Bu
anlamda, geçen günkü sergi açılışında hemen herkesin elinde sergi
kitapçıklarıyla 'sergiyi gezdiğini' görmek bizim için çok ilginç
bir deneyim oldu. Baktık ki, hemen herkes gördüğü yapıtı
anlayabilmek adına elindeki metinlere yöneliyor. Buna ihtiyaç
duyuyorlar. Oysa biliyorsunuz, o eserlerin çoğu, bu metinlerden
önce ortaya konulmuştu. Biz aslına bakılırsa tam da bu metinleri
aşarak, onlar olmaksızın izleyiciyi yapıtlarla buluşturmayı amaç
edindik.
Fellrath: Evet, Muniz'in işinin arkası
üzerinden 'önünde' gördüklerimizi biz küratörler olarak çok sık
tecrübe ettiğimizden ötürü biliyoruz; bunun bir lojistik durumdan
kaynaklandığı malumumuz. Ancak izleyici bunu bilemeyebiliyor. İşin
ironisi de burada zaten. İzleyici genellikle önce metinleri okuyor,
ardından kendi gözlemine başvuruyor. Bu yaptıkları da, Muniz'in
işiyle kıyasladığınızda ilginç bir çarpıklık yansıtıyor.
Serginizle birlikte aklımıza takılan, sorguladığımız bir diğer
olgu, imgenin teşhiri. Aşırı temsil, pornografik imge ve temsiliyet
de, ardı ardına bizi bırakmıyor... Bir sanat eseri nedir, ne işe
yarar gibi çok kaba sorulara maruz kalıyoruz.
Bardaouil: Kesinkes öyle. Bana göre günümüz
sanatçıları giderek daha da bir 'fuhuş unsuru' / seks işçisi haline
dönüşmüş durumda. Çünkü, onlara, öyle davranılıyor. Bazen de
kendileri, iradî veya gayri iradî olarak, bizzat böyle davranmayı
seçiyor veya buna zorlanabiliyor. Her zaman bir araçsallaştırmadan
söz ediyoruz.
Sözgelimi, sergideki bir Oryantalist tuval, ya da Milliyetçi
öğeler taşıyan Hayri Çizel imzalı bir tuvali ele alalım: Bu hep
böyle oldu. Sanat dediğimiz şey hep bir amaca hizmet etti.
Kullanıldı. Belli bir siyasal bakış uğruna, belli bir niyet uğruna
oldu bu. Birileri geldi ve sanatçıya, 'Bu, bizim söylemek
istediğimiz şeydir ve senden bu uğurda, bunun bir gerçeklik biçimi
olduğunu kanıtlayacak, görsel bir Dünya ortaya koymanı bekliyoruz,'
dendi. Bu da kendini satmanın, imgenin kudretine müsamaha
göstermenin bir türüydü aslına bakılırsa. Evet, bir bakıma
pornografiydi bu.
Fellrath: Sorduğunuz sorudan devam edecek
olursak, bir sanat eserinin ne olduğu meselesi bugünün en kuvvetli
soruları arasında gelmekte. Sözgelimi James Webb'in ses
yerleştirmesine bakalım: Kendisi bu yapıtı üzerinden, bir sanat
eserinin namevcudiyeti ile, o yapıta gösterilen tepki durumu ile
'oynamakta'. Tam da bu çığlık atma eylemi ya da bunu sahnelemenin
bizatihi kendisinin bugün bir sanat eseri olarak alındığı bir
süreçteyiz.
Ya da sergiden, Paul ve Marlene Kos'un 1972 tarihli 'Yıldırım'
isimli video işlerine bakın. Yıldırım bazen düşüyor, bazen
düşmüyor... Birşeyi görebilmenin, yakalayabilmenin bu kazaen
doğası... Kimbilir, belki gerçektir, belki de değildir. Sanatçı
Marlene bu eseri bir arabanın içinde ortaya koyuyor evet, ama onlar
bunu görmüyor, peki bu durumda o şeye tanık olan bizler mi sanatçı
durumuna geliyoruz ? Dolayısıyla bu çalışma ortaya çok basit ve
güçlü bir etkileşim örneği koyuyor. Sanatçı o sırada 'bilmiyormuş
gibi' yapıyor ve bu durum ortaya harika ötesi bir diyalog zemini
çıkarıyor.
Filmin yapımcısından bize dek, aslında biz, o yapıtın esas
tecrübe edeni konumuna getiriliyoruz. Bu da baktığı şeyi gören,
anımsayan bizlerin mi, yoksa onu aktaranın mı yapıtın esas sahibi
olup olmadığı konusunda bir çok verimli soruyu gündeme
getirebiliyor. Çünkü zaten bu bizim hemen her gün yaşadığımız bir
deneyim: Gördüğüm şeyi anımsıyor muyum? O benim için bir anı mı?
Kurgu mu, hayal ürünü mü? Yani kelimesi kelimesine, bu durum bizi
aynı an içinde ele geçiriyor.
Önerdiğiniz 'Görme Biçimleri'nin gayrıresmî, şeffaf, çok
katmanlı duruşu, renkliliği ve sivil bir ansiklopedi gibi oluşunu
da buna eklemeli... Koridorlarda kaybolup, işlerin keyfini sürüyor
gibiyiz.
Bardaouil: Böyle... Donuk olmak zorunda değil
ki. Kimi sergilere gittiğinizde bariz bir donuklukla
karşılaşırsınız. İçgüdülerinize güvenmek durumundasınız oysa
ki.
Fellrath: Doğru. Tam öyle. Ya da müzik dinler
gibi... Kiminde sinirlenirsiniz, kiminde duygulanırsınız vb.
Neticede bu sanatın gücü ve insanın duygularının buluştuğu nokta.
Bu yönüyle ekranda binlerce imaja bakmak veya bir kitabı okumaktan
ziyade, serginin cismanîliği, eserle karşı karşıya gelmenin etkisi
de buradan kaynaklanıyor olsa gerek.
Bardaouil: Bu nedenle sergiye 'ektiğimiz' ve
bariz bir nezaketle kurguladığımız, eserler ve izleyici arasında
biricik nice diyaloğa gebe pek çok durum ve ortam, etkinlikte yer
almakta. Bunu, onlara dayatmamak gerek. Eğer bu bağlantıyı zorla
yapmamayı becerebilirseniz, işte bu da harika bir şey olur.
Sergiyi gezebilmek adına önceden bir ortalama süre tayin
ettiniz mi ?
Fellrath: Bu gerçekten de çok zor bir şey.
Sergideki kimi videoları aldığımızda, sözgelimi bir buçuk saatlik
bir zamandan söz edebiliyoruz. Bu yönüyle serginin her üç katının
da birbirinden bağımsız olmakla birlikte tayin edilmiş belli bir
zamana karşılık gelmediğini düşünebiliriz. Doğrusal bir harekete
bağımlı olmadan, sergiyi yukarıdan aşağı da, aşağıdan yukarı da
deneyimleyebilirsiniz. Ayrıca tüm eserleri görmek zorunda da
olmayabilirsiniz. İsterseniz, tek bir işle istediğiniz kadar süre
geçirmeye elbette hakkınız var. Bu size kalmış. Ama sanırım bir çok
izleyici sergiye geldikten sonra tasarladıklarından daha fazla
zaman geçireceklerdir.
Bu yönüyle serginin Türkiye'deki sanat ortamına, farklı okuma ve
paylaşım olanakları üretebilmesi adına yeni bir bakış açısı
getirebilmesini umarız. Bu, bizim İstanbul'da göremediğimiz bir şey
oldu. Birbirinden farklı sanat yapıtları ve kişilerinin, yan yana
gelerek bütün sanat ortamı açısından kurumları da içine alabilecek
yepyeni okuma ve tartışmalara imkân verebileceğine inanıyoruz.
Bardaouil: Ve aynı zamanda, serginin 'baştan
sona' bir yapısı olmadığını burada söylemeli. Yani serginin
yarısını da gezebilirsiniz. Sergiyi anlamak için ilk işten sonuna
kadar hepsini tecrübe etmenize de lüzum yok. Bu, kronolojik bir
sergi değil. Bu vesileyle söylemek istediğimiz başka bir şey de şu:
Ortaya konulan bütün sanat, günceldir. Güncel sanatın şu anda tüm
yenilikçiliği ve yaratıcılığıyla yapmaya çalıştığı, aslında
neredeyse yüzyıllarca, belki de bin yıldır yapılmayan bir şey.
Teknolojinin, iletişimin de değişimiyle, fikirlerin birbirine
teğellenme süreçleri de bundan etkilenmiş bulunuyor. Sanatçının
sanat eseri üzerine düşünme eğilimi, bunu dışa vurma biçimleri uzun
süredir aynı idi. Bu sergiyle türlü sınıflandırma ve 'izm'leri
kırmaya niyetleniyoruz. Sanat eserlerine salt zaman dilimleri
üzerinden bakılmasın istiyoruz.