Türkiye’de olağanüstü hal olağanlaştıkça, olağanüstü
uygulamaların hukuk ve akılla ilişkisi de sorgulanmaz hale geliyor.
Olağanüstü halde icat edilen yönetim araçlarının olağan dönem
içinde kullanılması, krizlerin niteliğine göre çeşitlendirilmesi ve
genişletilmesi devlet biçimine ilişkin de yeni soruları ortaya
çıkarıyor. Bu soruları yanıtlamanın çok temel bir güçlüğü var.
Olağan dönem içinde kullanılmaya devam eden olağanüstü yönetim
araçlarını hangi hukuk düzeni bakımından değerlendireceğiz. Anayasa
Mahkemesi’nin oluşturduğu içtihadın, olağanüstü hal uygulamalarının
olağan halde devamına sebep olduğu, bizzat Mahkeme üyelerinin
kararlara yazdıkları karşı oyda okunabilir. Olağanüstü Hal Kanun
Hükmünde Kararnameleri’nin, yani ancak olağanüstü halin sebebini
oluşturan fiili durumu ortadan kaldırma amacındaki tedbir
niteliğinde olan düzenlemelerin Anayasa Mahkemesi tarafından
denetlenemeyeceği yönündeki içtihat değişikliğinden başlayarak bu
kararnamelerin “Kanun” haline getirilmesine giden süreç, içinden
çıkılmaz bir durum yarattı. AYM’nin bu kanunları denetlemek için
icat ettiği yöntemin nedeni de bu. Zaten bir olağanüstü hal kanunu
varken ve olağanüstü hal döneminde yürütme gücünün sınırlarını bu
kanun belirlerken ayrıca çıkarılan kararnamelerin yarattığı sorunun
olağan dönem hukukuyla ele alınamayacağını kabul etmek gerek. Fakat
olağanüstü halde değiliz; ya da acaba sürekli hale gelmiş fiili bir
olağanüstü hal rejiminde miyiz? O zaman egemenlik ve devlet biçimi
kavramları etrafında yapılacak bir tartışmaya ihtiyacımız var.
Anlatmak istediğimi bu yazının konusu olan mesele ile daha açık
hale getirmeye çalışacağım. Olağanüstü Hal Kararnameleri’nin ekli
listelerine T.C. Kimlik Numaraları, adları ve çalıştığı kurumlar
yazılan kişiler, kamu görevinden çıkarıldı, kararname hükümlerine
göre bu çıkarma işlemi bir ömür boyu mene dönüştürüldü. Ekli
listelere isimleri yazılanlar, hiçbir yargı kararına ihtiyaç
duymaksızın terör gibi ağır bir suçla ilişkilendirildi. İtibarları
yok edildi, mesleklerini yurtiçinde yapmaları engellendi,
yurtdışına çıkışları yine yargı kararı olmaksızın yasaklandı. “Eğer
bir hata yapılmışsa” denilerek OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu
kuruldu. Komisyon başvuru aldı, kabul ve ret kararları verdi.
Süresi birer yıl uzatılarak başvuruları yıllarca bekletti. Kuruluş
kanunda yer alan kriterleri kararlarına yansıtmadı. Bütün bunlar
bir yana Komisyon’un verdiği kararlar, -ki artık olağan döneme
geçilmişti- şöyle ilginç bir durum yarattı: Sadece yasama organı
tarafından kullanılacak, devredilemez bir yetki olan yasama
yetkisi, başvurulara ilişkin kabul kararlarında Komisyona
devredildi. İsimleri yasanın ekli listesinde yer alan kişiler,
komisyon kararları ile görevlerine döndüler, fakat yasa da olduğu
gibi kalmaya devam etti. Yani hem Komisyon AYM’nin yetkisine benzer
bir “negatif yasama” yetkisini, fakat anayasadan kaynaklı olmayarak
kullandı, fakat hem de yasa aynı kaldığı için ve ekli listelere
dokunulmadığı için Komisyon’un kabul verdiği kişiler bakımından
ikili bir durum oluştu. Resmi Gazete’de yayımlanmış bir yasa
onların kamu görevinde olamayacağını söylüyor; başka bir yasa (her
ikisi de OHAL KHK’lerinin yasa haline getirilmesiyle ortaya çıkmış
yasama işlemleri) ile kurulmuş yarı yargısal idari bir Komisyon’un
verdiği karar kamu görevine döneceğini söylüyor. Yani anayasadan
yetki almayan olağanüstü kurum, idari işlem niteliğindeki bir
kararla parlamentodan çıkan yasayı iptal ediyor, ama yasa da olduğu
yerde duruyor.
Komisyonun verdiği ret kararlarına yargı yolunu açan düzenleme
de Komisyonu kuran OHAL KHK’sinin yasa haline getirilmesiyle oluşan
bir kural. Bu kural ikili bir rejim öngörüyor. Komisyonun verdiği
kabul kararlarına karşı, idarenin itiraz yolu kapalı. Komisyon ret
kararı verirse yıllar boyunca mahkemeye erişim hakkı engellenmiş
olan KHK ekli listesine adı yazılı kişiler “HSYK tarafından
belirlenen” Ankara İdare Mahkemeleri’ne dava açabiliyor. Aslında
olağan düzende yapamayacağınız bir başvuruyu, yani bir kanuna karşı
yapılacak olan bir başvuruyu, OHAL Komisyonu kararı dolayımından
geçirerek idare mahkemesine yapabilir oluyorsunuz. Bunu özel olarak
OHAL işlemlerine bakmak için belirlenmiş Mahkemelere yapıyorsunuz.
Bu mahkemelerde açılacak davalarda ise husumet, kararı veren OHAL
Komisyonu’na ya da Komisyon’un hakkında karar verdiği Kararnameyi
çıkaran Bakanlar Kurulu’na (sonradan Cumhurbaşkanı) değil, son
çalışılan kuruma yöneltiliyor. Fakat burada şöyle bir sorun daha
var. Son çalışılan kurum iptali istenen işlemi yapan kurum değil.
Dolayısıyla, Kanunun ruhu itibarıyla OHAL yargılamaları yapan
Ankara İdare Mahkemeleri’ne husumet, kabul kararlarının uygulanması
bağlamında ortaya çıkmış. Fakat buna rağmen OHAL bekçiliği yapan
kurumlar, örneğin Barış İçin Akademisyenler Bildirisine imza atmak
gerekçesiyle üniversitelerden ihraç edilen akademisyenlerin
dönüşlerinin ardından üniversiteler, idare mahkemelerinin iptal
kararlarına itiraz ediyorlar. Devlet tüzel kişiliğinden ayrı bir
tüzel kişilik taşıyan üniversiteler, kendilerinin yapmadığı bir
idari işlem için Mahkemeleri oyalıyorlar. Oyalıyorlar, çünkü OHAL
Komisyonu kabul kararlarına karşı eğer idarenin itiraz yolu yoksa;
Ankara İdare Mahkemeleri’nin vermiş olduğu kabul kararları, OHAL
Komisyonu ret kararını ortadan kaldırıp kabul kararı haline
getirdiği için bu kararlara karşı da idarenin itiraz yolunun olması
düzenlemenin ruhuna aykırı olur. Husumetin idari işlemi yapan
idareye değil, son çalışılan kuruma yöneltilmesinin nedeni de
budur.
Ankara’da OHAL Komisyonu kararlarına ilişkin başvurulara bakmak
için belirlenmiş Mahkemelerin kabul kararları bakımından
Komisyon’un kabul kararlarına kıyasla daha büyük bir belirsizlik
var. Zira Komisyon bir OHAL icadı, OHAL icadı olarak başka bir OHAL
icadı olan ekli listeleri ortadan kaldırıyor. Yasama yetkisinin
devri bakımından kabul edilemez olsa da. Fakat olağan bir araç olan
idare mahkemesi de Komisyon’un negatif yasama yetkisine sahip hale
geliyor. Yani başvurusu kabul edilmiş, hakkındaki OHAL komisyonu
ret kararı iptal edilmiş bir kişi bağlamında, OHAL Komisyonu
kararı, bir kabul kararı haline geliyor. İdare Mahkemeleri dolaylı
olarak bir yasayı iptal etmiş oluyor. Fakat aynı biçimde o yasa,
Resmi Gazete’de yayımlanmış haliyle varlığını sürdürüyor. Örneğin 8
Mart 2018’de yayımlanmış Resmi Gazete’de terörle iltisak ve
irtibatlı olduğumu söyleyen bir yasa var. Bunun karşısında da Ocak
2023 tarihinde verilmiş terörle iltisaklı ve irtibatlı olmadığımı
söyleyen bir Mahkeme Kararı. Resmi Gazete’yi doğal olarak herkes
açıp okuyabiliyor. İtibarım zedelenmeye devam ediyor, ama mahkeme
kararı herkesin erişimine açık değil. Yaşanan bütün mağduriyetler
bir yana mevcut anayasa hukuku ve idare hukuku bilgilerimizle
içinden çıkılabilir bir durum da değil.
Meseleyi, kamu kurumlarının OHAL bekçiliği davranışlarıyla da
genişletmek gerek. Barış İçin Akademisyenlerden devam edersek,
akademisyenlerin döndüğü üniversitelerin birçoğu kanun gereği
olarak uygulamak zorunda oldukları mahkeme kararlarını kanunun
zorunlu tuttuğu sürede uygulamaktan imtina etti. Mahkeme kararını
etkisiz kılacak mobbing yöntemleri kullanıldı, kullanılmaya devam
ediyor.
Son olarak aynı koridorda yer alan mahkemelerin aynı sebeple
ihraç edilmiş kişiler hakkında farklı kararlar vermesini de ele
almak gerek. Kamuoyunda yaygınca yanlış bilinir hale gelen mevcut
durumun gerçeği şu: Barış İçin Akademisyenler Bildirisi
imzacılarından ihraç edilenlerin önemli bir kısmının başvurusu
idare mahkemelerinde kabul edilmedi; şimdi bölge idare mahkemesinde
görülmeye devam ediyor. Davası kabul edilenlerin davaları da
üniversiteler tarafından bölge idare mahkemelerine taşındı. Yani
belirsizlik rejimi, egemenlik aygıtının çalışabileceği muğlaklık
zeminini diri tutuyor. Böyle bir ortamda akademik özgürlüklerden,
üniversiteden bahsetmek ise zaten pek mümkün değil.