Yapay zekaya hükmedecek anahtarları eline geçiren herkesin "Yüzüklerin Efendisi"ndeki karakterler gibi kendilerini kaybedip "kıymetlimis" kıvamına gelmeleri biraz tuhaf kaçıyor açıkçası. "Yüzüklerin Efendisi" fantastik bir anlatı olduğu için bir yüzüğün çok maharetli olması anlaşılıyor, "Mission: Impossible - Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm"de ise büyük bir gücü şekilli bir anahtarda somutlamak mantıklı olsa da abartmak komik duruyor.
Yaklaşık otuz yıldır devam eden "Mission Impossible"(Görevimiz
Tehlike) serisinin bir önceki mahsulü, 2018 tarihli "Mission:
Impossible – Yansımalar" (Mission: Impossible – Fallout) filmine
dair yazıda "Bu rol Tom Cruise ile o kadar özdeşleşti ki, o bıraksa
kim olur ya da olur mu belli değil. Mesela James Bond’u
canlandıranlar yaşları gelince emekli oluyor, yeri hemen birisiyle
doluyor. Ethan Hunt, James Bond gibi 'anonim' bir karaktere
dönüşebilecek mi zamanla göreceğiz" diye yazmışız.
Dile kolay, Tom Cruise 1996’da ilk kez bu rol için kamera önüne
geçtiğinde Pierce Brosnan’ın oynayacağı üç James Bond filmi daha
vardı. Ondan sonra bu rolü devralan Daniel Craig de beş filmde
oynayıp misyonunu tamamladı. Ama Cruise’un 'mission'u hala devam
ediyor. En azından bu hafta vizyona giren "Mission: Impossible -
Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm" (Mission: Impossible - Dead
Reckoning Part One) gelecek yıl tamamlanana kadar. Kendisine kalsa
90 yaşına kadar oynar muhtemelen ama yapımcılar başka birileriyle
yola devam etmek isterler mi, göreceğiz.
Zira "Mission Impossible" bir aksiyon sineması konsepti olarak
sonsuza kadar sürdürülebilir. En nihayetinde dünyadaki tehdit
algısı ve bu algının yarattığı 'kötü'ler durmadan değişiyor.
Haliyle bu tür aksiyon yapımları için hikâye bulmak zor değil. Zor
olan bu soğuk 'iyi- kötü' gerilimine insani bir şeyler
yerleştirmeyi başarmak. "Mission Impossible"da bu durum
kahramanımız Ethan Hunt’un ekibiyle kurduğu güçlü bağ olarak öne
çıkıyor. Bu durum yeni filmde de çıkıyor karşımıza.
.
"Ölümcül Hesaplaşma", çağın ruhuna uygun olarak 'yapay zeka'
tehdidini çıkarıp koyuyor seyircinin önüne. Açılışta bir Rus (tabii
ki de) denizaltısını rakiplerine açık ara fark atmalarını
sağlayacak bir yapay zeka ile çalışırken görüyoruz. Ancak
beklendiği üzere bu yapay zeka bir süre sonra insanların
kontrolünden çıkıyor ve kendisi için çalışmaya başlıyor. Bu yapay
zekanın örneğin "Terminatör"de olduğu gibi dünyayı ele geçirmek
için fiziki araçlara ihtiyacı yok. Bir kere temas kurduğu her
dijital mecrayı manipüle etme maharetine sahip. Tabii ki her düşman
gibi onun da zayıf yönleri var. Film boyunca 'varlık' olarak
adlandırılan bu yapay zekayı kontrol etmek için iki ayrı anahtar
gerekiyor. İşte bu anahtarlar başlangıçtaki denizaltından
kayboluyor. Bütün ülkeler de onların peşine düşüyor. Tabii ki
insanlığı tehdit eden bu yapay zekayı kapatmak için değil, onu
kontrol edip diğer ülkelere üstünlük kurmak için. ABD’de buna
dahil.
Ethan ise tehlikenin farkına vardığı andan itibaren bu tehdidin
ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyor. Kendi ülkesi ve
teşkilatıyla karşı karşıya gelme pahasına üstelik. Malum, her iyi
aksiyon kahramanı kendisini hak edecek bir kötü adama ihtiyaç
duyar. Serinin bu bölümünün kötü adamı ise Gabriel. Ethan’ın
teşkilatı IMF’ye katılmadan önceki geçmişinden çıkıp gelen karanlık
bir tip. Bu ilk bölümde Ethan’ın canını yakmak gibi bir motivasyonu
olduğunu öğrensek de pek fazla tanıma fırsatı bulamadık kendisini.
Ama yazılıp çizilenlere göre ikinci bölümde daha çok müşerref
olacakmışız Gabriel’le. Ve tabii esas oğlanın flörtleşeceği ama baş
etmekte zorlanacağı dengi bir kadın da şart. İşte bu noktada,
profesyonel bir hırsız olan Grace çıkıyor karşımıza. Önceki
filmlerden tanıdık The White Widow ve MI6 ajanı Ilsa da
eklendiğinde kusursuz aksiyonun bileşenleri de tamamına eriyor.
.
Yapım bizi, Arabistan çöllerinden Roma ve Venedik’e uzanıp orta
Avrupa’ya doğru bir yolculuğa çıkarıyor iki anahtarın peşinde.
Entrika içinde entrika, aksiyon içinde aksiyon dolu bir 163 dakika
geçirtiyor. Açıkçası daha önceki iki filmi de yazıp yöneten
Christopher McQuarrie yine soluksuz bir aksiyon izletmeyi başarıyor
bizlere. Ethan'ın kadim dostları ve ortakları Luther ile Benji'nin
yanına Gabriel'in koruması olarak animelerden fırlayıp gelmiş gibi
duran Paris de eklenince seyirlik zevki daha da artıyor yapımın.
Kendi adıma bu yoğun aksiyondan hoşlansam da süresinin fazla
geldiğini belirtmeliyim. Aksiyonun bu kadarı, tehdidin etkisini de
azaltıyor sanki. Bir süre sonra karakterlerin ne için mücadele
ettiğini unutturacak kadar yoğun bir aksiyon sarıyor ortalığı. Buna
bir itirazım yok ama insan arada soruyor "mevzu neydi?"
Bir de eklemeden geçmeyelim, yapay zekaya hükmedecek anahtarları
eline geçiren herkesin "Yüzüklerin Efendisi"ndeki karakterler gibi
kendilerini kaybedip "kıymetlimis" kıvamına gelmeleri biraz tuhaf
kaçıyor açıkçası. "Yüzüklerin Efendisi" fantastik bir anlatı olduğu
için bir yüzüğün çok maharetli olması anlaşılıyor, "Mission:
Impossible - Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm"de ise büyük bir gücü
şekilli bir anahtarda somutlamak mantıklı olsa da abartmak komik
duruyor.
Seneye hikâyenin kalanını izlediğimizde kesin kararımızı
veririz. Ama bu satırların yazarı için en iyisi tabii ki 1996’da
Brian De Palma’nın yönettiği ilkidir. John Woo’nun 2000 tarihli
yapıtını da ikinci sıraya koyarsak, diğerlerinin hepsini üçüncü
olarak yan yana sıralayabiliriz. Bu film, onların içinde yukarıları
zorlayacak gibi.