Görkemli Kaybedenler’den Maradona

Düzen dışına çıkmış, yok edilmiştir. Napoli’den canını zor kurtarır. 1994’te FIFA’dan kurtulamaz. Bir omuzunda Che, çapraz baldırında Fidel… böyle karşı durur zamana, devrana. “Sihirbaz olma, sihir ol” denmiştir Görkemli Kaybedenler’de. Sihir oldu Maradona.

Zeki Coşkun zekicoskun@gmail.com

Maradona’nın ölümünü duyduğumdan beri, niyeyse El Cordobes’i dinliyorum.

Meğer boşuna değilmiş, çağrışımın hayli ötesinde izdüşümler varmış futbolun efsanesi Maradona’yla boğa güreşinin efsanesi Mauel Benitez, namı diğer El Cordobes arasında. Siz de yazıyı onun eşliğinde okuyun isterim. 

Maradona’nın ölümü, epey zamandır türlü çeşitli dertle belayla boğuşan birinin ölümünden ibaret değil.

Elias Canetti’nin düzen tanımı bir kez daha doğrulandı Maradona’nın ölümüyle. Siyasal düzeni, “Ertelenen bir ölüm kararı” olarak niteler Canetti. Maradona’nın serüvenine bakıldığında, infazın çoktan gerçekleşmiş olduğu görülecektir.

Maradona sadece futbolun değil, hayatın şike üzerine kurulu bir oyun –bir düzen– olduğunu kendi yaşamıyla sergileyen müthiş bir savaşçı. Dokunulmazların ve takımlarının daimi dopingli olduğu şike düzenine uymayanın ne kadar yetenekli olursa olsun, ne kadar taraftarı olursa olsun kırmızı karta mahkum olduğunu, olacağını cümle aleme gösteren bir oyun bozan.

Bir kahraman değil. Hiç değil. Öyle bir derdi, iddiası da yok. Onun destanı top ayağındayken. Sahada başlayıp orada bitiyor kahramanlığı. Saha dışına atıldığında, hayattan da ihraç edilmişti. O da, kırmızı kartı gösterenler de biliyordu bunu. Erken ve bir o kadar da uzun ölüme mahkum edilmişti. Kafesin içinde çırpınıp durdu.

Leonard Cohen’in deyişiyle Görkemli Kaybedenler’dendir: “Hiçbir zaman yeterince sarhoş, yeterince fakir, yeterince zengin olamadım. Tüm bunlar beni yaralıyor. Yeterince yaralıyor” demektedir adeta.

O nedenle de "Her zaman Komünist Partisi ve Ana Kilise tarafından sevilmek istemiş”tir. Tıpkı romandaki gibi, “Farkında olmadan hayatın arka sokaklarında kayboluveriyoruz” der.

Sonuçta, “Hepimiz acıklı bir şarkıyı severiz. Herkes yenilgiyi tadar. Kimsenin tam istediği gibi bir hayatı olamaz. Hepimiz sahnenin ortasında kendi kahramanımız olarak yeni role başlarız ve zamanla kenara itilir kalırız.”

Onun yenilgisi, ortak yenilgimizdir. Onun şarkısına aşinadır kulağımız, eşlik ederiz. El Cordobes’in şarkısının onunkine eşlik etmesi gibi… Maradona’dan önce El Cordobes’i tanıdım ben. Sonra, bu yazıya başlayana dek benim için de meçhul olan bir içgüdüyle, Maradona’yı izlerken hep El Cordobes varmış gibi geldi bana. Maradona gitti, öteki hayatta. Onun yasını tutuyor mudur, bilmem.

YASIMI TUTACAKSIN

Üniversitenin son senesi olmalı, bir arkadaşın ailesinin İstanbul yakınlarında henüz inşaat halindeki yazlık evinde kamp kurmuştuk sınavlara hazırlanmak için. El Cordobes’le orada tanıştım. Arkadaşlardan biri Larry Collins ve Dominique Lapierre imzası taşıyan Yasımı Tutacaksın kitabını da getirmişti sınav kampımıza… Ders notlarından, kitaplarımızdan çok onu okuduk galiba. Birbirimizin elinden kapıyorduk arenaların efsanesi El Cordobes’in hayatını anlatan kitabı. Sınav konularını değil, Yasımı Tutacaksın’daki cümleleri, pasajları tartışıyorduk.

Kitabın açılış cümlesi sloganımız haline gelmişti:

Ağlama Angelita, bu akşam ya sana bir ev alacağım ya da yasımı tutacaksın.

Kitabı kaleme alan Collins ve Lapierre, savaş muhabiri iki gazeteci. Türkçeye Uğur Mumcu’nun kazandırdığı “araştırmacı gazeteci” kimliğinin dünya ölçeğinde tanınan isimlerinden. Gazeteciliği, belgeselciliği edebiyatla yoğuruyor, güncelden tarihsele uzanıyorlar. İlk ortak çalışmaları 1965’te yayımlanan ve ertesi yıl sinemaya uyarlanan Paris Yanıyor mu?

Yasımı Tutacaksın ikinci kitapları. Bunu beş yıllık çalışmanın ürünü olan Kudüs… Ey Kudüs izler 1971’de. O da sinemaya uyarlanır, İsrail’in kuruluş serüveni olarak.

Kendi tarihini ve adını kan, ter ve acıyla yazacak olan Manuel Benítez Pérez, bir iç savaş çocuğu. Savaşın patladığı 1936’da dünyaya gelmiş. Babası Cumhuriyetçi, cephede yerini almış. Ölen Bir Kültür Üzerine notlarını arkadaşlarına bırakarak Cumhuriyetçiler’e destek için İspanya’ya koşan ve katıldığı ilk cephede can veren Christopher Caudwell, savaş deneyim ve gözlemlerini Katalonya’ya Selam’la kitaplaştıracak George Orwell gibilerin de yer aldığı “uluslararası tugay” da faşizme engel olamayacaktır.

Altı yüz bin kişi ölmüş, iki milyonu aşkın insan yaralı ya da sakat kalmış savaşta. Yüz seksen üç kasaba yerle bir olmuş, iki bin kilise yakılmış. Ülkedeki besi hayvanlarının üçte biri katledilmiş, demiryollarının neredeyse yarısı tahrip edilmiş... Bu panoramayı çizen yazarlar, “Ama en kötüsü, üç yıl süren bu savaş yüzünden İspanya’nın ödediği ahlaki ve manevi bedeldi” der, “Kardeşin kardeşi öldürdüğü bir savaşın psikolojik mirasının silinmesi için on yıllara ihtiyaç olacaktı.”

Bu ağır mirasla, açlık ve diktatörlükle biçimlenir Manuel Benitez’in kimliği, serüveni. “Sabahları birer tas miga içerdik” diye anlatır çocukluğunu. “Bu içinde nadiren yağa batırılmış ekmek parçaları bulunan yavan suya bir çorbaydı. Bazen de biraz ısınalım diye, kahvaltıda aguardiente içerdik. Zenginler sabahları salam yerler. Bizim için, ekmek bile büyük şanstı.”

Potansiyel hırsız, potansiyel suçlu olarak görülerek büyür, yetişir.

Ablasına ev almak için, ölüme nişanlı olarak arenaya çıkar. Kendi tarihini canıyla yazar. Diktatörü kıskandıran bir üne ve güce kavuşur. Köklerine; açlara, alttakilere arkasını dönmez. Bir halk kahramanına dönüşür.

KİRLİ SAVAŞ ÇOCUĞU MARADONA

Arjantin’de de Cordoba diye bir kent varmış meğer.

1976’da darbeyle ülke yönetimine el koyan Videla diktatörlüğü, bu kentin cezaevindeki 31 tutukluyu hücrelerinden çıkarıp kurşuna dizecektir. “Kirli savaş” boyunca 30 bini aşkın insan öldürüldü, işkence gördü. “Kaybedilen”lerin sayısı meçhul. Pişkin diktatör, yargılanırken hepsinden haberdar olduğunu söyledi! Bizim Cumartesi Anneleri’nin öncülleri kayıplarını aramak için Plaza Del Mayo’yu mesken tutan Arjantinli annelerdir.

Videla yargılandı, mahkum oldu. El Turco namlı Carlos Menem’in affıyla serbest kaldı. Yüksek Mahkeme 2010’da affı iptal etti. Diktatör yeniden yargılandı, cezaevine kondu, 2013’te orada öldü.

Maradona futbol sahalarına “profesyonel” olarak çıktığında, ülke kirli savaşı yaşıyor, insanlar yok ediliyor, kaybediliyordu.

Onun sahadaki varlığı kayıpların, acıların, yasların tesellisiydi. Bir başka gazeteci, Jimmy Burns onun hayatını kaleme aldı: Tanrının Eli / Futbolun Kayan Yıldızı Maradona’nın Yaşamı. Şöyle diyor Burns:

Maradona muzaffer bir tavırla kollarını gökyüzüne kaldırdığı anda, her yeri kaplayan bir kükreme onu selâmlıyor: ‘Maradoona... Maradoona...’ diye çığlık atıyor taraftarlar. Üstünde, ‘hoşgeldin Diego’ yazan devasa bir balon sahaya iniyor. ‘Descamisados’, yani ‘gömleksizler’ için bunun bir büyüden farkı yoktur. Maradona hakkında kesinlikle söylenebilecek tek şey, cenazesinin en az Evita’nınki kadar görkemli olacağı ve o zaman bile insanların onun ölmüş olduğuna inanmayacaklarıdır. Bu durumun büyük kısmı Maradona gibi göçmen-kızılderili melezi yoksul sınıftan gelen Boca Juniors taraftarlarının ateşli ritüellerinden daha kolay fark edildiği bir yer yoktur. Bu taraftarların çoğu futbol için yaşar, futbolla nefes alır, çünkü inanacak başka bir şeyleri kalmamıştır.

El Cordobes’ten farkı, ilahlara karşı durmayı da göze almasıdır. Düzen dışına çıkmış, yok edilmiştir. Napoli’den canını zor kurtarır. 1994’te FIFA’dan kurtulamaz. Bir omuzunda Che, çapraz baldırında Fidel… böyle karşı durur zamana, devrana.

“Sihirbaz olma, sihir ol” denmiştir Görkemli Kaybedenler’de.

Sihir oldu Maradona.

Tüm yazılarını göster