La Sagrada Familia süper bir binadır. Kudretli Gaudi’nin en kudretli işi. Dünyanın lekesi. Barcelona’nın simgesi. Barcelona’nın (yine Gaudi tarafından cetvelle çizilmiş) mükemmel sokaklarında yürürken kafanızı şöyle bir kaldırdığınızda sizi denetleyen bir üçüncü göz gibi durur bütün görkemiyle orada.
La Sagrada Familia, hakikaten müthiştir. Ama bitmemiştir. Barcelonalılar “bitmeyen kilise” der. Yığınla sebep söylenir ama asıl sebep PR’dır. La Sagrada Familia bitmeyen haliyle efsanedir. Kapısında ve içinde en çok bu bitmeyişi konuşulur. Hunharca bitirilmez. Çünkü bu haliyle yaşamıyor La Sagrada Familia. İçinde hayat yok. İnşaat var. Ama para basıyor. Turist çekiyor. Muhtemelen kilise olarak çalışsa bu kadar konuşulmayacak hakkında.
İÇİNDE HAYAT YOKTU
Karşısındaki küçük parkta bira içerdik güzel arkadaşım caz saksofoncusu Ertuğrul Çoruk’la. Çok güzel olurdu. Kim bilir kaçıncı seferinde içine gireceğimi söyledim. Ertuğrul basitçe sordu: Niye? Orada yaşıyordu ve o hiç girmemişti. “Turistlik yapacağım” dedim. Ve tam bir saçmalık yaparak girdim gezdim içini. Ertuğrul gülerek karşıladı beni. Nitekim içinde hayat yoktu. Üstelik bir şantiyedeki kadar bile yoktu. Düz inşaat vardı. Saçma sapan belgeseller vardı bir de. Daha güzelini YouTube’dan bulabileceğiniz belgeseller. Ha, başka bir şeyler görmüşümdür mutlaka… Asla hatırlamıyorum. Mimar değilim. Olsam belki yakalardım muhtelif detaylar.
Turizm böyle bir yanılsamadır. Barcelona gibi yaşayan bir şehri, Gaudi gibi bir muhteşem adam, onun binaları ve kilisesiyle paketlemişler pazarlıyorlar. Herkes de bir mimar edasıyla girip içini gezme işini eda ediyor.
AYASOFYA İLE KÜÇÜK AYASOFYA
Oysa La Rambla’nın arkasındaki Pakistanlı mahallesi, ne bileyim 2 Euro’ya bir şişe şampanya satan ve içinde ancak kollarınız havada alışveriş yapacağınız kadar kalabalık, önünde muhabbetin hası olan o küçük pub, La Sagrada Familia’dan kırk kat ilginçtir. Barcelona’yı tanımak için uygun yerler buralardır.
Yahut İstanbul’da Ayasofya’yı gezmek... O muhteşem Ayasofya’da insan ne yapar? Gezer, görür. İnternet’ten fotoğraflarına bakmak gibi. Ben ise bana soranları hep Küçük Ayasofya’ya yönlendiririm. Tamam cami olmuştur ama içinde hayat vardır. Muhabbet vardır. Saydam gösterisi gibi değildir. İçinde hayat olan pek çok yer gibi dışında da hayat vardır. Hemen önündeki alanda milliyetçi bir sahaf vardır, her daim muhabbeti ilginçtir. Bazan satın alacak şeyler bile çıkar. Diğer esnaf, şahane kedileriyle Küçük Ayasofya Camii Ayasofya gibi tek kullanımlık da değildir. Sık sık gidebilirsiniz.
BOŞ BAKIŞLAR VE KAYIT
Turizm, zararlıdır. Gezmek gibi öğretici, yaşayan, tılsımlı, muazzam bir eylemi görmeye indirmiştir. Belki daha doğrusu boş boş bakmaya, kayıt altına almaya. Yani abuk subuk, bir daha dönülüp bakılmayacak fotoğraflar, videolar çekmeye… Bir de eşe dosta sosyal medyadan ‘ayol ne biçim geziyoruz bak’ haline.
Daha acayip şeylere bakın allasen. Jip safari, eşek safari, mavi yolculuk, şehir turları… Bunların hepsinde öyle bakarsınız. Yerinizden çok daha verimlisini yapabileceğiniz şeyleri yerinde yapmak için avuç avuç para dökersiniz.
SIRADANLAŞAN MAVİ YOLCULUK
En fazla istek nesnesi olana, mavi yolculuğa bir bakalım. Mavi yolculuk, Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu tarafından başlatılmış, çok çekici ve romantik bir faaliyettir.
Tabii bugün turizmin parçası haline gelmiş her şey gibi bu da deforme olmuş, plastikleşmiş, sıradanlaşmıştır. Yapamayana ne kadar arzu nesnesi gibi görünse de her şeyden önce sıkıcıdır.
Bir mavi yolculukta artık bir çeşit otobüs şoförü haline gelmiş kaptan kim bilir kaçıncı kezdir girdiği koylara girer. Önce bekler yüzsünler sonra götürür yesinler, sonra tekrar yüzsünler sonra öbür koy. Sonra öbür koy. Yüzsünler yesinler bir telaş gezsinler dönsünler.
Hepsinde yaklaşık aynı mezeler ve balıklar vardır. Bir de üzerine bu kadar uzun süre aynı insanlarla daracık bir mekanda aynı şeyleri yapmaya bağlı olarak sosyal problemler, kavgalar çıkar. Bana sorarsanız o koyların iyi bir tanesine çekip beş gün orada takılsalar dönseler açık ara daha iyi bir şey yapmış olurlar. Bir kere gittikleri yeri, geleni gideni, oradaki hayatı tanıma olanağı bulurlar. Otomatik hareketlerle biberiye basılmış kültür çuprasını suratsızca servis eden mekancının içinden şevkle muhabbete iştirak eden bir barbanın çıkmasına fırsat tanımış olurlar. Aynı mekanlardaki yemekler otomatik çıkanlar haricinde, epey daha lezzetli oluverir.
BOL BOL DA SELFIE
Tatil ‘beldelerine’ bir bakın allasen. İstanbul’un kalabalığından kaçıp o kalabalık ‘beldelere’ gidip, yiyip içip dağıtıp, kalabalık şezlonglarda güneşe yatıp, güneş yağından ve sair pisliklerden bulanmış denizde yüzüp, yüzü pislenmiş küçük çocukların izin almadan fotoğraflarını çekip biraz kedi sevip geliyorlar. Bol bol da selfie tabi.
Bir de alternatif turizm var. Bu da şehir hayatından bunalmış insanlara taşrada eziyet etmek demek aslında. Kabak Koyu, İstanbul reklam camiasınca ‘keşfedilmeden’ önce çok takılırdım. Bir tek Turan abinin yeri vardı. Yeri dediğim bir miktar kurulu çadır. Fakirlikten onun mekanında kalamaz, yanına konuşlanırdım. Arada Fransız alternatif turizmciler gelirdi. Koya ulaşmak için (o vakit yol yoktu) 40 dakika kadar yürünen patikayı iniyorlardı, denize giriyorlardı, yemek yiyip yatıp sabah gidiyorlardı. Bir türlü anlayamaz, sorardım: Abi bunlar ne yapıyorlar? Meğer bizim koya ulaşmak için yaptığımız yürüme faaliyetine onlar trekking diyorlarmış. İyi de kardeşim ben yürüyüp ucunda bir hayat kurmuşum. Gülben abla’yla, rahmetli Oli’yle, orada yaşayanlarla bir hukuğun içine girmişim. Sen ne yapıyorsun? Yürüyorsun, bakıyorsun, geri yürüyorsun. Bir soluklan hele, tanışalım kaynaşalım. Bu süratle boş boş bakmak dışında ne yapabilirsin?
Görmek yanıltıcıdır hoş da bu Fransızlar ondan dahi muaftı. Hiç biri arkadaki muazzam şelaleler ve göletleri ne bileyim Likya’nın tek yıkılmadan kalabilmiş sütun mezarını filan görmeden dönüyordu.
TATİL, ASKERLİK, ÖĞRENCİLİK
Peki niye insanlar bu eziyetlere katlanır? Ben bunu biyolojik bir hataya bağlıyorum. Kimse ‘tatilden’ dönünce aslında ne kadar sıkıldığını hatırlamıyor. Tıpkı askerlik, öğrencilik filan gibi. Hani herkesin askerliği kebaptır, öğrenciliği de hababam... Sabaha kadar anı anlatırlar, hiçbiri de dönüp komutan anneme sövdü, öğretmen beni hep aşağıladı filan demez. Oysa hepimiz biliyoruz memleketin öğrencilik hayatı ve askerlik hayatının neye benzediğini.
Tatilde de öyle. Olmaması gereken bir şekilde her gün aynı saatlerde aynı işleri yapıp yıl boyu şehvetle tatil bekleyen kitleler eğlenmek üzere formatlar kendini. Aynı anda eğlenmek, dinlenmek, spor yapmak, öğrenmek, görmek, gibi talepleri vardır. Bu zaten başlı başına bir acayiplik. “Hiç bir şey onun tadını kaçıramayacak”tır. Eğlenilir, gelinir, sonra anlatırken de akılda kalan zaten (tıpkı askerlikteki gibi) bütün değil, “iyi vakitler”dir.
Zaman kıymetli bir şey midir bilmiyorum. Ama böyle konsantre taleplerle tüketildiğinde, çok şey sığdırmaya çalışıldığında hızlı geçtiğini biliyorum. Zamanınız bu kadar kıymetliyse benim tavsiyem sakin olmak, yavaşlamaktır. Zaman da sizinle birlikte yavaşlar. Piyano piyano.