Görünmez bağlar, kararlı atomlar ve Rojda bebek
Fatma Nur Türk'ün 'Kargo Kültü'ndeki şiirler için, mors alfabesinde ne kadar nota varsa, hepsi toplanıp hem vurmalı hem nefesli çalgılarla çalınabilecek bir melodi oluşturmuş, diyebilirim.
Fatma Nur Türk’ün ‘Kargo Kültü’ adlı kitabı, ne zamandır okumak isteyip de edinemediğim bir kitaptı. Kısa süre önce kitabın yeni baskısı yapıldı. İyi ki yapıldı. Aldım almasına ama hakkında bir şeyler yazmak için elim hemen kaleme değmedi. Önce şiirlerdeki sözcüklerle, derken dizelerle, bir süre göğüs göğüse çarpışmam gerekti.
Kargo Kültü’ndeki her sözcük, kararsız bir atom gibi. Sözcükler yan yana geldiğinde kararlı bir hal alıyorlar. Sözcük değil de ‘fermiyon’ demek geliyor içimden. Çünkü her biri, maddeyi oluşturan bir parçacık sanki. Aralarında, onların kararlı hale gelmesini sağlayan, belki de gizil ilişkiyi oluşturan görünmez bağlar var. Yine fiziği konuya alet edecek olursak; her sözcüğün arasında gözle görülmez, elle tutulmaz, hatta hissedilmez, ama bir kuvveti birinden diğerine taşıyan ‘bozon’lar var diyebiliriz.
“Rauf Orbay burada değil, sayın maneviyatı var/ yalnız değil Rauf Orbay, sıkılmamış silah arkadaşları var/ muhtemelen onlarla geriliyor toprak katını/ mermi yönetmece oynuyor komşu mezarlıklarda/ ancak öldükten sonra inebiliyor böylesi kahraman/ yukarı doğru çıkan merdivenden çocukluğuna.” Rauf Orbay’la mermi yönetmece oynamak, bunu da komşu mezarlıklarda yapmak, bir kahramanın ancak öldükten sonra çocukluğuna inebilmesi, hem de bu inme eylemini yukarı doğru çıkan bir merdiven aracılığıyla gerçekleştirmesi, ayrıca ‘sıkılmamış silah arkadaşları’ metaforunun içerdiği çoklu çağrışım, yani; hem silah arkadaşlarının sıkılmamış olması hem de silahlarını sıkmamış arkadaşlar olduğu çağrışımı, bizi doğrusal bir bağlam yerine çağrışımsal ara bağlantılar aracılığıyla oluşturulan daha gevşek ama güçlü bir bağlama ulaştırıyor. ‘Bozon’ demem ondan.
“iğne ucundan geçen kötülük/ tersinden biraz geçse hemen çoğalıyor/ sen iyileşmediğin için oyuncaklar konuşuyor.” dizelerini de, şiirlerdeki daha birçok dize gibi bu konuya örnek gösterebiliriz. Çarpıcı imgeler, anlamı peşinden sürüklüyor. Anlam, çağrışımlar aracılığıyla ortaya çıkıyor. Kötülüğün iğne ucundan geçecek kadar küçük ya da amorf olması, deliğin tersinden geçtiğinde hemen çoğalması (ki yönün tersine çevrilmesinin yarattığı kaosun metaforik anlatımı bence bu), kötülüğün iğne deliğinden (tersine) geçmesi yüzünden iyileşmeme hali ve bu iyileşmeme hali yüzünden oyuncakların konuşması, yani dile gelmesi, şiirlerdeki zengin çağrışım evreninin yalnızca bir örneği.
‘Alçaktan Uçlar’ adlı şiirde bir ‘mağlup’ sarmalının içinde buluyoruz kendimizi. “Bıkkınlık, evet, gene de şükür taburunu selamlayan mağlup…”, “Bir adım ötede sivil mağlup…”, “Gecikerek ölümüne iki yüz altmış gün ölümsüz/ Çocuk mağlup…/ Kıramadığı kabuğuna küp küp yüz dolduran/ Kaçak mağlup… ”Aceleyle değil/ Yavaş yavaş tanıyan mağlup… /Sabah büyük bir koşuk türüdür bugün/ Gündüze upuzun günaydın mağlup…” Bu mağlubiyet sarmalının neyi imlediğini anlamak için şiirin devamına değil, önceki dizelerine bakmak gerekiyor. Çünkü kilidin anahtarı bence orada; kitlede! “Tür türe kitle avı”ndan bahsediliyor çünkü ve kitlenin ne olduğu açık ediliyor: “Kitle: bir mesafenin babası”. Kitle söz konusu olduğunda, hele de bir mesafenin babası olarak imlendiğinde, mağlubiyet zaten kaçınılmazdır!
MORS ALFABESİNİN TÜM NOTALARI
Doğunun, bu coğrafyanın (aslında siyasi coğrafyanın) makus tarihi, bir arka plan öğesi olarak değil, doğrudan doğruya yer almış bazı şiirlerde. Özellikle de ‘Bazid’e Doğru’, ‘Bazid, Kapanlar’ ve ‘Bazid Deja Vu’ adlı üç şiir, bizi Doğu Beyazıt’a doğru savuruyor. Şiir öznesi, kendisini Bazid’e ulaştıracak olan yolda, kucağına saklanmış bir bebeği fark ediyor. Fark ediyor diyorum, çünkü yola onunla birlikte çıktığına dair bir emare yok şiirde. Yola çıkarken yalnız olmadığını belirtiyor ama yalnızlık hissinin oluşmasını engelleyen şey, kendinin de içinde olduğunu belirttiği valizde bulunanlar: “ilk defa bir valizin içinde yalnız değilim bense/ burnum var tanıdık oram buram var ne güzel/ koltuk altıma doğru terminaller ve soğuk sivas tamam”. Bebek, daha sonra, Bazid’e giden yolun bir simgesi olarak kucağında beliriyor sanki: “Kucağıma saklanmış bir bebek var ismi rojda/ birlikte dayıyoruz dirseğimizi en ileriye/ esmer bohçasını gazallara açacak belikli bir kız o/ kaç zamandır benimle bükülüyor bilemiyorum”.
Sonrası Bazad ve Bazad’taki kapanlar. ‘kilim desenli muşambalarda aynı ayak izleri’ olmasıyla, ‘paslanmaz güğümler ve sallanan iskemleler arasında acı vermeyen ve tedavisi olmayan aynı kış’la, ‘çeşit çeşit zift töresini ayakta alkışlayan kaldırımsızlık’la tanımlanan kapanlar…
Derken bir deja vu ile karşılaşıyoruz ve 1930’lu yıllarda buluyoruz kendimizi. Şiirin arasında yer alan bir gazete kupürüyle karşılaşıyoruz. “Temizlik başladı, Zeylân deresindekiler tamamen imha edildi” başlığıyla yayınlanan bir haberin kupürü bu. Şiirin sonunda ise, 20 Temmuz 1931 tarih ve 1850 sayılı kanun, çerçeve içinde yer almış. “Erciş, Zilan, Ağrı dağ havalisinde vuku bulan isyanda…” diye başlayan kanun maddesi, “askeri kuvvetler ve devlet memurları ve bunlarla birlikte hareket eden bekçi, korucu, milis ve ahali tarafından (…) gerek müstakilen ve gerekse müştereken işlenmiş ef’al ve hareket suç sayılmaz.” deniyor. Yani katliama katılana cezasızlık müjdesi!
Aklıma tekrardan Rojda bebek düşüyor. Kaç zamandır şiir öznesiyle birlikte büküldüğü belli olmayan Rojda bebek. Acaba 1930’larda ölümle tanışan, özlemin duyduğu bir kucak bulunca oraya kıvrılıp saklanan bir bebeğin hayali miydi o?
‘Yeryüzü Tavırları’ adlı şiirdeki “utanmalı mıyız tartışalım yaşam sevinci var onu/ eyvah balata yanıyor kötü kokuyor, yol gidiyoruz böyle eyvah” dizeleri, bizim tarih boyunca yaşadığımız, durup duraksamadan yaşadığımız yolculuğun özeti sanki. Balata yanarken gidiyoruz hep, yaşam sevinci diye bir şey olduğunun da farkındayız ama. Yaşam sevicini hissetmek değil, onu tartışmak düşmüş hep payımıza. Peki neden? Cevabı sanki yine aynı şiirde gizli: “öğrenmek istediğimiz bu şeylerin cevabı/ ortadoğuda bir kümesteyse/ reddetmek istediğimiz pijamaları giyip/ yatağın kenarında dua edelim.”
Anlamın (kısmen) derinlerde olması, kavramların, daha önce sözünü ettiğim ince, ilk bakışta çok fark edilmeyen bağlarla birbirine bağlanması nedeniyle dikkatli ve açık bir algıyla okunması gereken şiirler ‘Kargo Kültü’ndekiler. Özellikle de, kullanılan yanmetinler (paratexte) ya da “gndem cnmı skıyo” gibi harf eksiltmeleri nedeniyle, bir açıdan, şiirlerin deneysel ya da postmodern özellikler taşıdıkları da söylenebilir. Ancak modern şiirin önemli bir özelliği olan ritim (ya da ahenk) de şiirlerde güçlü biçimde kendini hissettiriyor. Yüksek sesle ve anlam/çağrışım çok da dikkate alınmadan okunduğunda, şiirlerdeki müzikalite insanı çepeçevre sarıyor. Bu açıdan, ‘Kargo Kültü’ndeki şiirler için, mors alfabesinde ne kadar nota varsa, hepsi toplanıp hem vurmalı hem nefesli çalgılarla çalınabilecek bir melodi oluşturmuş, diyebilirim. En azından, bence öyle.