Kadınların nerede nasıl görüneceklerine, nasıl görünmeyeceklerine dair hiç susmayan toplumsal iç ses, potansiyellerinin onda birini bile kullanmalarına engel olan bir özgüvensizlik bulutu yaratıyor.
29 Nisan’da, tam kapanmaya saatler kala kuaför koltuğunda oturuyordum. Pandemi kurallarına uygun biçimde, randevulu çalışan kuaför, panikle işleri yetiştirmeye çalışırken bir yandan da bu olağanüstü günün son dakikacılarını telefondan, kapı aralığından, bacadan “mümkün değil alamam”lıyordu. Salon görünürde yarı yarıya, psikolojik açıdan lebalep doluydu. Kadınlar çaresiz yüzlerle işlerinin ne kadar kısa olduğunu, “bu halde” kapanmaya giremeyeceklerini anlatmaya çalışıyor, bir süre sonra pes ederek maskeleriyle birer hayalet gibi kapı aralığından süzülüp gidiyorlardı. Stresten yanakları pembeleşmiş iyi niyetli kuaför bir yandan da sonraki randevularının “ağda orucu bozuyor mu?” türünden sorularını, günün savaş hemşiresi ruh halinin verdiği yetkiye dayanarak kendinden emin biçimde yanıtlıyordu. “Hayır hayır, bozmuyor.” Kulağına sıkıştırdığı telefonla bazen uzmanlık alanının dışına çıkıyor, “aşı bozmuyor, başka iğne vurulursan o bozuyor” gibi yan hizmetler de sunuyordu.
İlk gençlik yıllarımdan bu yana en çok sıkıldığım yerlerden biri kuaför koltuğu oldu ama saçım olmasa kaşım nedeniyle bu mesaiden olağan zamanda on günden fazla pek yırtamadım. “Özgürlüğün” son saatlerini kuaför koltuğunda harcarken birkaç gün önce Oscar törenine biri kendi tarzında karmakarışık, öbürü iki yandan örgülü saçlarına eşlik eden 24 ayar gülümsemeleriyle katılan Chloé Zhao ve Frances McDormand’a acayip özeniyordum içimden. Şu kızıl sevdamdan vazgeçmeye, saçlarımı kısacık kestirmeye, kendi kendime manikür ve pedikür yapmayı öğrenmeye dair ertesi gün vazgeçilecek kararlar listesi yaparken pencereden esen rüzgarı hüzünle içime çektim, özgürlük gibisi var mıydı be.
Herhalde kuaför ve güzellik salonlarına sadakati en yüksek ülkelerden biriyiz. Özel olarak süslü, bakımlı görünmeyen kadınlar da imkân ve bütçeleri ölçüsünde kişisel bakımlarına epey dikkat ediyor bizde. (Genel manzaraya bakınca erkeklerden çok daha fazla dikkat ettikleri kesin en azından.) Bu durumu pandemi bile değiştiremedi, kıyamet kopsa mahşere inmeden saçımızı taramayı bir düşünürüz bence. Tüm bu şekil şemal düşkünlüğüyle mahalle yanarken saçını tarayanlara dair acımasızlığımız da ayrı konu.
Bizde kadınlar çoğunlukla kendileri için değil daha çok “ideal eşliğin” asgari kriterlerini yerine getirme görev bilinciyle onca zamanını kuaförde geçiriyor galiba. Yirmi gün kuaför yüzü göremeyecek olunca paniğe kapılma sebeplerinden biri de bu, ama önemli değil. Daha doğrusu ölçülebilir ya da cinsiyet eşitsizliği kökenli haksızlıklar piramidinde lafı edilebilecek cinsten değil. Sonuç olarak kuaför anlatısının her zaman kadın seçimi içeren bir tarafı var, bu açıdan özgürleştirici bir mekân da sayılabilir.
Elden geldiğince bakımlı olmanın, iyi görünmenin herhangi bir eleştirilebilir yanı yok. Dediğim gibi ben de hayatımın tişört, hırka, kot, şort ve kısacık saçlarla geçen ilk on altı yıllık evresinden sonra kervana katılanlardanım. Frances Mc Dormand’ın Oscar törenine katıldığı gibi bir saçla pek bakkala bile gittiğimi hatırlamıyorum. “En nihayetinde” bir oyuncu değil yazar olarak yaptığım kitap lansmanında mesela ani bir kararla hayatımın bana göre en şuh elbisesini giymiştim. Hayatta görünmeye dair seçimlerim genellikle bu iki kadınınkine çok benzemiyor ama o rahatlıklarına da hayran kaldım.
Chloé Zhao hakkında daha önce yazdığım nefis “Nomadland”iyle Oscar tarihinde en iyi yönetmen ödülünü alan ikinci kadın. Bu ödülü alan ilk Asyalı kadın ayrıca. Sonuna kadar da hak etti. İncecik örgüleri, sadecik kokteyl elbisesiyle belli ki tam kendi gibiydi. Üçüncü kez en iyi kadın oyuncu seçilmesinin yanı sıra, filmin dört yapımcısından biri olarak bu törende iki Oscar’ı birden kapan, toplamda dört Oscar’lı Frances McDormand da sinemanın gelmiş geçmiş en özel yeteneklerinden biri. Bu filmdeki göçebe Fern karakterinde yaptığı gibi tıpkı, alamet-i farikası da, sıradanlığın içindeki biricikliği gözler önüne serme becerisi. “Fargo”da, “Olive Kitteridge”da, “Üç Bilboard Ebbing Çıkışı, Missouri”de de ilk bakışta sıradan görünen ya da hatta “görünmez” karakterleri görünür ve unutulmaz kıldı. Gani gani yeteneği ve ruhuyla herhangi bir uzlaşılmış güzellik standardına uymayan fiziki malzemesini de olabilecek en iyi biçimde kullandı hep: Oynadığı karakterler gibi görünerek.
Törenden sonra sırf bizim, ayranımız yok içmeye, aşımız yok vurulmaya ama şekil müptelalığından ödün vermeyiz tarzı izleyicilerimizden değil Batılı izleyicilerden de “o halde Oscar törenine gidilir mi ya” tarzında yorumlar gelince işte bunları düşündüm. İyi ki varsın görünmezleri görünür kılan kadın, daha nice ödüllere.
Kadınlar içlerinde sürekli parmak sallayan bir toplumsal iç sesle yaşıyor. Nasıl görüneceklerine, nasıl görünmeyeceklerine, nerede ne yapacaklarına dair hiç susmayan bu vızıltı, sıklıkla var olan potansiyellerinin onda birini bile kullanmalarına engel olan bir özgüvensizlik bulutu yaratıyor. Her şeyiyle hala tepeden tırnağa erkek bir dünyada yaşamamızın yanı sıra bu nedenle de hâlâ “kadın yönetmen”ler bu kadar az ve böyle bir tanım var.
Nabza göre şerbetli, mütemadiyen hiza belirleyen bir iç ses bu. Oscar törenine katılan bir oyuncunun şahane görünmesi kaçınılmazken bir yazar kadının görece epey mütevazı bir etkinlikte nasıl giyineceğinin de sınırlarını belirliyor mesela. Ama bir süredir kadınlar kendilerine çizilen sınırlar içinde kalmayı reddediyor. Bana göre esas olan tabu yıkmak, kural yıkmak gibi bir zorunluluk da hissetmeden, az çok kendi kafandaki resmine sadık kalabilmek, kendini öncelikle kendine sevdirebilmek. “Bir kadının kendini sevmesi devrimdir” lafı hiç de boş değil. Kadınlar, görece çok şanslı ortamlarda doğup sevgiye boğulduklarında bile, kendini sevmeyi mutlaka “öğreniyor”. Görünmez parmakların çektiği setleri bir bir yıkarak.
Ortalarda aşımız (pek çok insan için her iki manada da) yok, Ali Duran Topuz’un yazdığı gibi en az iki pandemiyi birden yaşıyoruz. Durduk yere getirilen alkol satış yasağını konuşmak bile bunca dert arasında yeri geliyor “lüks” oluyor. Bu yazıyı yazdığım gün “tarak”, satışı yasaklanan ürünler arasında sayıldı, hayatımızdan kısılmayan tek şey dozu her gün artan absürtlük, irrasyonellik. Tüm bunlar arasında kuaför koltuklarından, McDormand’ın Oscar saçından bahsetmek de ilk bakışta lüks sayılabilir. Ama kadının gündelik hayatın her aşamasında desteklenen “görünmezliği” ya da sürekli hizada tutulmaya çalışılan “görünürlüğü”nden bahsetmek lüks değil.
Çok tartışmalı feminist intikam filmi “Promising Young Woman” en iyi özgün senaryo Oscar’ını aldı. Sevmeyeni de çok, ben bu ters köşesi aslında görünmeyen yanlarında gizli filmi epey sevdim. Bizim de nihayet bir kadın (mecburiyetten) seri katil dizimiz oldu; “Fatma”. Özgür Onurme’nin çoğunlukla gayet güzel bağlanmış birkaç hatayla beraber şahane bir derinlik ve akıcılıkla yazdığı, Burcu Biricik’in doğal yüzünün her kıvrımıyla, büyük gayret ve başarıyla canlandırdığı “Fatma” yalnızca bir temizlikçi kadının değil, genel olarak kadının patriyarka gölgesindeki görünmezliğini çok iyi anlatıyor. Devamı sonraki yazıda…