DUVAR - Yağmur ve karın hepimizin üzerine kaskatı şifa tükürdüğü bugünlerde, kiminle iletişim kurmaya kalkışsam, ona nasıl olduğunu sorsam, ruh halini tarif etmekte zorluk çekiyor. Ben de, empatik bir beceriksizlikle, hepimizin ruh halini tarif edebilmek için muhatabıma İstanbul benzetmesini yapıyorum. "Hava Durumu jeneriği gibi, değil mi?" diyerek.
DÖRT MEVSİM DE BİRBİRİYLE KAVGALI ARTIK
Öyle bir coğrafyadayız ki, dört mevsim de birbiriyle kavgalı artık. İçimizdeki ateş de, toprak da, hava da, su da - sağ olsun kibriyle İnsanoğlu - birbirine karışmış durumda. Küresel ısınma da deniyor adına. Isırma gibi daha çok.
Ressam Cenk Akaltun'un İstanbul Nişantaşı Dirimart'ta sergilediği 'Görünürdeki' (başlıklı) yağlı boyaları, Eski Yunan'un Kos'lu sağlık üstadı, bugünkü tıp etiği ve yemininin kökeninde payı bulunan Hipokrat'ın insan bedenindeki dört temel unsuru açıklamak için başvurduğu ateşi, toprağı, havayı ve suyu sırtlanıyor.
RUH İŞÇİLİĞİNDEKİ 'GÖRÜNMEYEN ŞEYLER'
Yağlıboya kokusunu adeta bir hastanedeymişçesine alabileceğiniz eserlerini 15 Ocak'a dek görebileceğimiz İstanbul 1970 doğumlu Akaltun'un, el işçiliğinde Uzakdoğu sabrı, ebatta Asya bonkörlüğü, göz işçiliğinde Batı'nın aydınlanmacı, verimli şüpheciliği ve ruh işçiliğinde dinler üstü bir özgürlük açlığıyla ürettiği resimlerinde 'görünmeyen' şeyler var.
Daha tamamını bile gezemediği toprağı temsil etmek üzere başka havalara, sulara davul zurnalarla uğurlanmış gencecik insanların ateşle diri diri tanıştırıldıkları şu günlerde, iyileştirici bir hal seziliyor bu resimlerde. Çünkü Hipokrat, yemininde şu ifadelere başvuruyor: "Hayatımın ve sanatımın saflığını koruyacağım."
Üstüne, geçen hafta içi Rahmi M.Koç Müzesi'nde katıldığım Maçka Sanat Galerisi, Necmi Sönmez imzalı Görünmeyene Bakmak 40'ncı Yıl Kitabı ve galeriye "Veda" özel davetinde, alkışlar eşliğinde dinlenen Rabia Çapa'dan işittiğim şu cümle saplanıyor canıma: "Bütün analar evlât kaybediyor. Bu pisliği ancak sanat temizler."
Akaltun'un eserlerindeki mikro / makro evrenin çekim gücü, belki de bu koşullar altında kendileriyle tanıştığım için etkiliyor ve yeni yıla hazırlıyor beni. Bu resimlerin çekim gücünün nereden geldiğini sorduğumda, şu yanıtı alıyorum:
"Gerek dinî, gerek felsefi açılımları ile yankı uyandıran yaradılış kavramı, en çok etkilendiğim konulardan biri. Yaradılış kavramından yola çıkarak ele aldığım çalışmalar, tüm bu süreçteki farklı evreleri de içinde barındırıyor. Görünürdeki her şeyi oluşturan maddelerin karmaşık yapıları ve doğası da ateş, toprak,hava ve suyun farklı yoğunluklarda bir araya gelmesiyle oluşuyor. Tıpkı, makro ve mikro evrenin oluşumu gibi. Bir de evrenin görünmeyen Tanrısal boyutu var tabii."
EVREN BİZİ GERÇEKLİK VE RUH ÜZERİNE DÜŞÜNMEYE İTİYOR
Cenk Akaltun'un eserlerindeki, bir yerlerden tanıdık, uyarıcı ve iyileştirici potansiyeli konuşuyoruz sonra, kendisiyle. Bunu da paylaşıyor, renk ve fırçasındaki içtenlikle:
"Resmin bütünü de tıpkı tabiatın kendisi gibi, bir çok farklı organizmadan oluşuyor. Tüm bu bağımsız parçalar, bütünü meydana getirmek için bir araya geldiklerinde ruhsal bir titreşime yol açıyorlar. Aksi halde bir sanat eserinin de hayat bulması düşünülemez zaten.Tabiattaki her şeyi makro ve mikro düzeyde incelediğimizde de aynısını görüyoruz. Evren bizi gerçeklik ve ruhsallık üzerine düşünmeye itiyor.
İşte bu sebepten ötürü, benim çalışmalarımda da izleyici, bütünün birer parçası gibi duran unsurlar arasındaki mesafeleri tayin etmeye çalıştığı zaman baş döndürücü bir etkiyle karşılaşır. Bütünü oluşturan ne varsa, zihinde parça parça ayrılır. Ruhsallığa atıfta bulunan bu dokular, aynı zamanda evrenin tüm çalışma sistemini de bünyesinde barındıran zehirli bir cazibeye sahiptir."
Ressamın sarfettiği 'zehirli cazibe' tarifi, tam da insanın hayat karşısında maruz kaldığı zenginlik ve yoksulluğun bünyede kışkırttığı harekete kefil oluyor. Ancak ilginç bir detay da, bu resimlerin hemen tümünün, siyah zemin üzerine çalışılmış olmaları şeklinde kendilerini gösteriyor. Bunu da şöyle yorumluyor Akaltun: "Sergimin teması olan elementler, yaradılış sürecinde uzayda (boşlukta) ve karanlıkta var edilmiştir. İşte bu sebepten ötürü, siyah rengin altında da bir çok alt metin yer alıyor. Boşluk, uzay, sonsuzluk, varoluş ve yok oluş .Hepsinin bir arada siyah renkte buluştuğunu düşündüğümüzde sonsuz bir potansiyel karşımıza çıkıyor."
Ressamın eserlerinde ürettiği 'görünürdeki' bir diğer unsur ise, sanki kendisini 'kaos' olarak yansıtıyor. Ve bu konuyu açtığımızda, ipuçları da art arda geliyor: "Yaratım sürecimin temelinde pek çok sanat pratiği olsa da, soyut çalışmalar yapan bir sanatçı olarak önceliğim kendi doğrularıma göre dengeli bir şekilde ilerleyebilmek. Dolayısıyla çalışmalarım bünyesinde kaotik unsurlar barındırdığı ölçüde, dengede de durmaya çalışıyor. Buna kaos denir mi bilmem ama, çalışmalarım kesinlikle rastlantısal değil."
Sanat alanında yüksek öğrenimini İstanbul ve Londra'da edinen ve halen Bodrum'da yaşayıp çalışan, özellikle Uzakdoğu sanatı ve felsefesine ilgi duyan Akaltun'un eserleri, anlaşılacağı gibi cevaplarıyla değil, sorularıyla zenginlik kazanan bir karakter de taşıyor.
Ayrıca, referans olarak oval formlarla akışkanların temelinde belirmişler.
Bu yönüyle yaptığımız görüşmede kendisine "Doğa ya da evren bu açıdan keskin bir âlem mi? Yoksa hiç mi geometri yok?" sorusunu yöneltince, şu yanıtı alıyorum:
"Doğa, bir çok konuda referans aldığımız bir kaynaktır. Bilim, sanat, felsefe ve matematik gibi. Evreni derinlemesine incelediğimizde galaksilerin, gezegenlerin, yıldızların devamlı dairesel bir hareket halinde olduğunu görürsünüz.Yeryüzünde de bu hareket devam etmektedir. Adeta tüm evren zikretmektedir. Eserlerimdeki dairesellik bir bakıma zikir halidir."
Bazen her şey üst üste geliyor derler. Ama hep öyle değil mi, ölüm ve yaşam gibi?
Doksanını gören insanlık çınarı John Berger, yeni yılı, okurlarıyla "Hoşbeş" ederken karşılıyor. Metis Yayınları'ndan çıkan, Aslı Biçen, Beril Eyüboğlu ve Oğuz Tecimen tarafından çevrilmiş resimli kitabı "Hoşbeş"in bir yerinde, şarabî imge tercümanı Berger'in şu cümlelerini, Akaltın'a ait bu bonkör imgelerle tanıştırasım geliyor:
"Einstein ve öteki fizikçilerin açıklamış oldukları gibi, zamanın çizgisel değil, dairesel olduklarını hatırlayalım. Hayatlarımız bir çizgi - bugün, benzeri görülmemiş küresel kapitalist düzenin Anlık Açgözlülüğü ile kesilip atılan bir çizgi - üzerindeki noktalar değil; bizler bir çizgi üzerindeki noktalar değil, dairelerin merkezleriyiz.
Daireler, atalarımızın ta Taş Devri'nden beri bize bıraktığı vasiyetlerle ve bize bırakılmadıysa da tanıklık edebileceğimiz metinlerle sarıyor bizi. Doğadan, evrenden kaynaklanan metinler bunlar; simetrinin kaosla yan yana var olduğunu, maharetlerin talihsizliklerin üstesinden geleceğini, arzulananın, vaat edilenden daha güven verici olduğunu hatırlatıyorlar bize.
Böylece, geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemeyeceğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz. Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz.Tıpkı bildiğimiz her dilde övmeyi, sövmeyi ve küfür etmeyi ilelebet sürdüreceğimiz gibi."
(Çev.:Beril Eyüboğlu, s.103-4)