Göstere göstere tarih
Harbin ilk yıllarında başa örtülen şeyi adlandırma sorunu vardı, neyse o bitti de bana şimdi “Ama o senin dediğin türban, başörtüsü değil, onu annem de takardı ninem de takardı” diyen olmayacak. Artık hepsi “başörtüsü”, şapka gibi; melon, panama, kep, kasket gibi ayırımlar tatsızlık çıkarmasın.
DUVAR - Baktığınızda göremezsiniz ve gördüğünüz şeye inanıyorsanız bakmamışsınız demektir. Bakış, bakışla var/yok olma ve görünen köyün kılavuzu üzerine cesîm bir literatür bulunuyor. Önümde duran kitabın kapağına bakarken de geçebilir bütün bunlar aklımdan başörtülü çocuklara/her yaştan kadınlara da. Bakışım delicidir, bir bakışla delinirim. Niye? "Son Bakışta Aşk Vardır", bazen ondan, bazen manzaranın nazıra tabi olmasından bazen nazar’ın ne'liği üzerine düşünmekten -Özgür Taburoğlu'nun yaptığı gibi: Nazar, Doğu Batı, 2017.
Önümdeki kitabın kapağıyla ilişkim de öyle: Ferhan Şensoy, Hacı Komünist, Orta Oyuncular, 2005. Ama ona da girmeyeceğim. Baktığımız ve baktırdığımız bir "gösteren"den, başörtüsünden söz edeceğim.
Sembolik savaşta büyük hezimet olarak gördüğüm Başörtüsü muharebelerine kısaca otuz yıl savaşları diyorum. Bu, daha büyük bir harbin, yüz yıl savaşlarının dilimlerinden biri.
Harbin ilk yıllarında başa örtülen şeyi adlandırma sorunu vardı, neyse o bitti de bana şimdi “Ama o senin dediğin türban, başörtüsü değil, onu annem de takardı ninem de takardı” diyen olmayacak. Artık hepsi “başörtüsü”, şapka gibi; melon, panama, kep, kasket gibi ayırımlar tatsızlık çıkarmasın. Standart: önce bone, alttan tel çıkmamasına mutlaka özen gösterilecek; üstü tercihe kalmış. Baş kısmının iki rüknü var demek ki, bone ve örtü. Bone şart değil ama aynı işleve sahip başka bir şey henüz icat edilemedi. Buradakileri Araplardan, İranlılardan, Pakistanlılardan ayıran şey tel-bone ilişkisi. Oradakiler ve buradakiler nasıl adlandırıyorlar, rükün uygulama farklılıkları neye karşılık geliyor... gibi sorular da anlamını kaybetti. Standart. Orada standart burada standart diye bir fark var ama onu da boş verelim. İçinden çıkamayız çünkü, Allah'ın dediği orada öyle anlaşılıyor burada böyle anlaşılıyor da diyemiyoruz, buna iki taraf da çok kızıyor.
Öbür yerlerde muharebeye de müsaade edilmiyor, denebilir, belki yeni yeni İran. Buradaki son muharebe sırasında başörtüsünün şekli ve deseni ile birlikte bir şey daha değişmeye başladı. Artık başörtüsünün altı da tercihe kaldı, tabii öncesinde olmayan ortadaki makyajla birlikte. Bu arada birilerinin de canı sıkılmaya başladı, standart kısma tamam da nasıl olur da diğer kısımlar tercihe bırakılabilirdi? Başörtüsüne "seküler" tepkiler çağlar öncesinde kaldığı için tercihlere (ancak o kadarını yapabildikleri için sözle) müdahale edenler başörtüsünün koyu taraftarlarından geliyordu. Sonunda iş gülmemeliler, seslerini kısmalılar, insan içinde kesinlikle sigara içmemeliler’e kadar geldi. Diyenlerin erkek olduklarını söylemeye gerek yok, tercihlere muhalif kadınlar içlerinden söylenmeye eğilimli.
İŞİN İÇİNDE İŞ YOK ASLINDA
1967’de bugünün “Fetö”süne birlikte siyaset yapmayı teklif eden Erbakan’ın temel gerekçesi onun da kadınların örtünmesi gerektiğine inanmasıydı. Örtünme eksik ifade, kadınlar başlarını mutlaka örtmeliydiler, hem de mümkünse en erken yaştan itibaren, bu Allah’ın emriydi onlara düşen bu emri uygulamaktı. Tek vatan tek devletin tek bayrağı başörtüsü olduğu takdirde Türkiye dışında gerisi zaten başörtülü olan/olmakta olan “İslam Dünyası”nı birlikte yönetebilirlerdi.
Kayıtsız şartsız aynı ortak “gösteren”e inanan “Fetö” siyaseti kabul etmedi. Devleti “meşru” yoldan ele geçirmek gibi bir yöntem varken Türkiye’de meşru siyaset yapmak başını boş yere belaya sokmaktı. “Baksana,” diyordu herhalde, “DP’yi bile indirdiler, yetmedi başvekille birlikte iki vekili de astılar, hem de başörtüsünün lafını bile etmedikleri sadece arada bir “din” dedikleri halde!” Nasıl olsa kurduğu her parti kapatılacaktı. Dediği gibi de oldu; Milli Nizam, Refah, Fazilet, Saadet derken Ak Parti’ye kadar uzadı iş. Bayrak sonunda dalgalandı ama o arada da olan oldu.
“Fetö”nün devleti gerçekten ele geçirdiği anlaşıldı. Artık yapılacak şey belliydi: Aynı bayrak altında tam bir işbirliği yapmak. “Fetöcü”lerin devleti ele geçirme aşamaları sırasında, bilhassa 28 Şubat’ta başörtüsünden verdiği tavizler affedildi. Neticede devleti (bürokrasiyi) yönetecek kadrolara ihtiyaç vardı. Yasa bürokrasisinde uzmanken ihraç edilen İbrahim’in anlattığı şey tam da bu: “Meclis başkanı bana dosyayı uzatırken, ‘Bu arkadaş cemaatten, temiz bir çocuk ona göre’ dedi. Aldım diğer dosyaların arasına koydum. Ben o adayın da kazandığı jürideki beş kişiden biriydim ama sadece beni işten attılar. Oysa aday elemesinde görevlendirilenler arasında sadece ben Fetöcü değildim. Tarihçi olarak bilirsiniz, ihbarda etkin taktik hakim grubun o gruba katılmamış olanı ihbar etmesidir.”
Analizlerini ciddiye aldığım iki İslamcı kadının (boneli-başörtülü olduklarını belirtmeme gerek yok sanırım) yazılarındaki naiflik yukarıda özetlemeye çalıştığım muharebelerin tarihini hesaba katmıyor oluştan. Keza kendi camiaları arasında yalnız kalışları da bundan: Hidayet Şefkatli Tuksal, “Evet, biz hata yaptık!”, T24; Cihan Aktaş, “Başörtüsü aynı açıklama değil artık”, Gerçek Hayat. (Aktaş yazısında başörtüsünden, sembol/ideolojik-politik sembol olarak değil de “gösteren” diye söz ediyor. Bu yazıda kullandığım “gösteren”ler ona kinayedir.)
Bu ülke Tarih’i hiç sevmiyor. Bugünle de arası hiç iyi değil. Varsa yoksa yarın. Nahoş bir takıntı bu.
Halil İnalcık, Osmanlı siyasetinde anahtar bir kavram olduğunu yazar ve anlatırdı: “İstimalet”. Yapılan her şeyin daha planlama aşamasında bile muhatabında sempati uyandırmasını amaçlamak. İnalcık seküler olduğu için mi ciddiye almadılar acaba? Hayır, daha uzak ve o oranda anlamaları müşkül bir tarihe taktıkları için.
Bugüne bakma problemi içinse mesela, hayatı bir kavga olarak gördüğümüzde ikisi de bağımsızlığının yüzüncü yılına hazırlanan Finlandiya ve Türkiye'nin bu sürede ve bağlamda hayatla nasıl “kavga” ettiklerine bakılabilir: ilki için, Kolektif, Finlandiya'dan 100 Sosyal Yenilik, Dost, 2017; ikincisi için, mal meydanda: Muharebeyi kazanıp harbi kaybeden başörtülülerin Napolyon'u mitinglerde ve kongrelerde "İşte Mücahit işte Kumandan" diye karşılanan Erbakan'dı. Diğer yarısı video kaseti koyar ağlayan bir adama baka baka ağlardı. Ama muharebelerde omuz omuza idiler. Cephe ve cephe gerisi –lojistik hizmet.
Burada başka ne olabilirdi ki?