Gözyaşların dinsin Kaz Dağları, yetiştik çünkü biz(!)
Kaz Dağları’nda ‘bir şeyler’ olduğunu biliyoruz artık. Oradaki dayanışma, yan yana gelme hali, kolektif itiraz ve direniş umut veriyor. Bu halden örgütlü, uzun erimli, bütünsel bir ekoloji hareketi çıkar mı bilemeyiz. Ama o güzel ihtimal, protestoların dilinde yereli ve evrenseli bütünleştirecek, kemikleşmiş anlatılara meydan okuyacak, sorunların sistemik boyutunun farkındalığıyla doğayı ve yaşamı önceleyen taleplerde ortaklaşacak çoğullukta yatıyor.
Dila Keleş
Bugünlerde gözümüz kulağımız Kaz Dağları’nda, 195 bin ağacın yok edildiği bölgeyi gösteren o feci fotoğrafı içimize sindirememekle meşgulüz. Kanadalı Alamos Gold şirketinin Çanakkale’nin Kirazlı köyü yakınında yürüttüğü altın ve gümüş madenciliği projesi kapsamında 195 bin ağaç kesilmiş. Dile bile kolay değil: 195 bin. Duymayan görmeyen, ormanın bağrında açılan o korkunç, boz boşluğun fotoğrafına bakıp da içi sızlamayan kaldı mı?
Kalmıştır elbette, çünkü malum, nasıl baktığımız, ne gördüğümüz, ne hissettiğimiz politik bir meseledir. Yıllardır özellikle altyapı, inşaat ve enerji sektörlerinde sürdürülen mega projelere bakıp ekonomik büyüme, kalkınma, hizmet ve istihdam; iş cinayetlerinde ise kaza, kader, fıtrat, mukadderat gören gözler burada da memleketin hayrına bir şeyler görebilir. Ne de olsa ‘vicdanları yaralama’ ihtimali olan bu gibi durumlarda, lafı ‘bir kesiliyorsa bin dikiliyor’ demeye getirerek ‘yüreklere su serpen’ bir siyasal iktidarla yaşıyoruz. (“Yaşadım mı öldüm mü anlayamadım,” Ömür Göksel’in güzel bir şarkısıdır.)
O fotoğrafta ‘felaket’ görenler ise elbette başka türlü hissediyor. Çanakkale Kent Konseyi Başkanı Pınar Bilir, ağaç kesiminin bir gecede yapılmadığını, sondajların 2000’li yılların başında başladığını, 2012’de şirketin ÇED olumlu raporu aldığını, ağaçlarınsa 2017’nin Kasım ayında kesilmeye başladığını anlatıyor. Bütün bu süreç boyunca İDA Dayanışma Derneği maden işletmesinin açılmasına karşı mücadele etmiş, köylülerle birlikte imza kampanyaları, yürüyüşler düzenlemiş, ÇED raporunun iptali için davalar açılmış. Yani felaket geliyorum demiş; ama Çevre Bakanlığı, Orman Genel Müdürlüğü, çok uluslu maden şirketleri, onların yerli iştirakleri, hepsinin ormanlık arazilerdeki faaliyetleri için ÇED raporları hazırlayan şirketler, rantta pay sahibi olan bürokratlar ve daha birçok müttefikten oluşan dev bir ağın karşısında, kitlesel desteği olmayan yerel mücadelelerin şansı ne olabilirdi.
Fakat son günlerde bu durumun değiştiğini, binlerce kişinin 26 Temmuz’dan beri projenin iptal edilmesi talebiyle Kirazlı’da ‘Su ve Vicdan Nöbeti’ne katıldığını görüyoruz. Madenin şantiye sahası civarında iç açıcı, umut verici bir hareketlilik var. Sosyal medyadaki paylaşımlardan, önümüzdeki günlerde nöbete katılmak için Kirazlı’ya gidecek kişilerin sayısının artacağı da anlaşılıyor. Çeşitli gruplarda hafta sonu yola çıkacak otobüslerin kaçta, nereden kalkacağı konuşuluyor, arabasıyla gidecek olanlar boş yerleri olduğunu söyleyip, gelmek isteyen kimse olup olmadığını soruyor.
Biz bu dayanışma havasını bir yerlerden tanıyoruz; üstelik bu sefer mesele üç beş değil, yüz doksan beş bin ağaç ve bu kendi başına bile ‘büyük’ bir meseleyken, dört bir yanda devam eden maden faaliyetleri, baraj, HES, (hatta ultra felaket diyebileceğim) nükleer santral inşaatları düşünüldüğünde o tek kare fotoğrafın ötesinde de anlam taşıyor. Ama aklımı kurcalayan bir soru var: Neden bu protestolar Cerattepe’de, Şirince’de veya Salda Gölü’nde değil, Munzur’da veya Hasankeyf’te hiç değil de Kaz Dağları’nda kitleselleşme yoluna girdi? ‘Millet’in tepesi neden şimdi attı? (Muhayyel bir topluluğu ifade eden ‘millet’ kelimesini, aşkın sembolik değerine karşılık daima ironiyle kullanıyorum.)
Bu sorunun cevabı için, Türkiye’deki ekoloji mücadelesinin tarihinden, çevre aktivistlerinin uğradığı şiddet biçimlerine, sermaye birikiminin son otuz yılda yoğunlaştığı alanlardan, doğa tahribatını hiçe sayan dev altyapı yatırımlarına payandalık eden hukuk sistemine kadar birçok katmanı düşünmek, incelemek gerekebilir. Ancak benim ilk elden dikkatimi çeken şey, Türkiye’de alışkın olduğumuz (“Alışmak sevmekten daha zor geliyor”) katma değeri yüksek semboller üzerinden insanların harekete geçmesi oldu. Kirazlı’daki protestolarda açılan pankartlara, oradaki kişilerle yapılan röportajlarda öne çıkan kavramlara, çalınan şarkılara, yani protestoların ‘dili’ne baktığımda, bu sembolik boyutun kitlesel mobilizasyonda çok önemli bir rol oynadığını düşünüyorum.
Protestoların dili, birbiriyle ilişkisi çevre hareketi bağlamında (henüz) muğlak kalan iki hattan besleniyor: Vatan kavramını merkeze koyan milliyetçilik ve yabancı düşmanlığından beslenen antiemperyalist retorik. Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’deki çevre mücadelesinin, Yeşiller olarak partileşen örgütlü ekoloji hareketlerinden ayrıldığı temel noktayı yakalamamız da mümkün olabilir.
Bir defa, Çanakkale deyince kaçınılmaz (bir ulusal kimlik politikasının sonucu) olarak Kurtuluş Savaşı akla gelir. Kaz Dağları’ndaki maden projesine karşı direnenlerin şöyle bir anlatı kurduğu anlaşılıyor: Nasıl ki işgalci emperyalist güçlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı’nda Çanakkale’nin ‘geçilmez’ olduğu gösterilmişse, Kanadalı bir şirketin yeraltı kaynaklarını talan etmek için Çanakkale’nin doğasını yok etmesine de izin verilmeyecektir. Örneğin Kirazlı’daki nöbete katılan bir kadın, kendisiyle röportaj yapan muhabire şunları söylüyor: “Karşıda, Gelibolu Yarımadası’nda yatanlar, buradaki doğal güzellikleri, vatan toprakları bu şekilde talan edilsin, mahvedilsin diye hayatlarını feda etmediler.” Pankartlarda yazanlara gelince: “Hani her karış toprağı şehit kanıyla sulanmıştı?” “Vatanımıza sahip çıkıyoruz,” “Doğayı katledenler vatan hainidir,” “Kaz Dağları’na ihanet ediliyor.”
Bu anlatıda beni rahatsız eden bir şeyler var. Vatan gibi tarihsel-ideolojik açıdan yüklü bir sembolle ‘doğa’nın kimliksiz, anti-ideolojik, evrensel hakikati arasındaki açı üzerine düşünmek gerekmez mi? Doğamızı ve yaşam alanlarımızı savunurken ekosisteme de milli kimlik giydirmemiz şart mıdır? Peki Kaz Dağları’nda ‘vatanımıza sahip çıkıyorsak,’ Hasankeyf’te ve Munzur’da ne yapıyoruz? Yoksa oralar ‘vatan’ değil mi?
Ayrıca, bu ‘vatan hainliği’ ve ‘ihanet’ söylemini, son üç yıldır toplumsal hayatı her cepheden kuşatan siyasal iktidarın hukuka aykırılıklarını gerekçelendirmek için kullandığı malumdur. Her şeyi bir yana bıraksak, sadece bu nedenle bile ekoloji mücadelesinde vatan hainliği ve ihanet söylemlerine mesafe almamız gerekir.
Bu arada bir de ‘Kaz Dağları Andı’ yazıldı. Oradaki eyleme katılan hiç kimsenin darılmasını istemem, ama ilkokul yıllarımız geride kalmış, ‘Andımız’ da okullardan kaldırılmışken, ant okumak, yani bir şeyler uğruna topluca ant içmek gibi askeri bir geleneği sürdürmemize anlam veremiyorum. Başka eylemlerde yaptığımız gibi şarkı söylesek mesela, olmaz mı?
Gelelim Kirazlı’daki protestoların dilini kuran diğer hatta. Burada da ‘yabancı’ düşmanlığından beslenen antiemperyalist retoriği görüyoruz. Bu hattaki duygusal ekonomiyi tetikleyen ‘vukuatlar’ arasında, Alamos Gold şirketinin CEO’su John McCluskey’in (ismi bile tehdit içeriyor değil mi!) Bloomberg’e yaptığı açıklamadaki sözleri önemli yer tutuyor. CEO, hatların sıklaşmasıyla sonuçlanacak ‘talihsiz’ açıklamasında “Türkler taş taşımakta çok iyiler” demiş. 1960’larda Almanya’ya işçi olarak giden Türkiyeli emekçilerin yaralı hafızası bir yanda, ‘omnipresent’ milli gururumuz diğer yanda, bu söylemin umumi öfke yarattığını görebiliyoruz. Yine nöbet tutanların hazırladığı pankartlardan birinde “CEO HADDİNİ BİL” yazıyor.
Bence de haddini bilsin. Ama sorunun sadece Kanadalı şirket olmadığını, Alamos Gold’un Doğu Biga şirketi üzerinden Türkiye’deki faaliyetlerini yürüttüğünü, ağaç kesimi için devlete 5 milyon dolar ödediğini, yani tüm bu tahribatın devletin izni ve iştiraki ile gerçekleştiğini gözden kaçırmayalım. Zaten AKP Çanakkale Milletvekili Jülide İskenderoğlu konuyu pek güzel izah etti: “Kesen dış bir firma değil, kesen bizim devletimiz, kesen orman bölge müdürlüğümüz. Yani hiçbir şey kontrol dışında gerçekleşmiyor.” Diğer yandan, Kanada Komünist Partisi bir açıklama yaptı ve Alamos Gold da dahil Kanadalı maden şirketlerinin dünyanın dört bir yanında insanlara ve toprağa zarar verdiğini söyleyerek, Kaz Dağları’ndaki eyleme destek verdi. Antiemperyalizm buna benzer ulus-ötesi dayanışmaları teşvik ettiğinde heyecan veriyor; milliyetçi ve/veya siyasal İslamcı siyasetin talip olduğu sözde ‘antiemperyalist,’ özde yabancı düşmanı retorik ise antiemperyalizmin kötü bir karikatürü olmaktan ileri gitmiyor. (“Çav bella, çav çav çav!”)
Kaz Dağları’nda ‘bir şeyler’ olduğunu biliyoruz artık. Oradaki dayanışma, yan yana gelme hali, kolektif itiraz ve direniş umut veriyor. Bu halden örgütlü, uzun erimli, bütünsel bir ekoloji hareketi çıkar mı bilemeyiz. Ama o güzel ihtimal, protestoların dilinde yereli ve evrenseli bütünleştirecek, kemikleşmiş anlatılara meydan okuyacak, sorunların sistemik boyutunun farkındalığıyla doğayı ve yaşamı önceleyen taleplerde ortaklaşacak çoğullukta yatıyor.