Aslında bu yazıyı yazma fikri Anadolu Ajansı’nın bir tweetiyle başladı. Haber şöyleydi: “Borsa İstanbul AŞ Genel Müdürü Hakan Atilla kendi isteğiyle Genel Müdürlük görevinden istifa etti.” İçinde debelendiği ana dile belli bir hâkimiyeti olanlar için cümle oldukça tuhaftı. Çünkü “istifa” kelimesi zaten “görevinden, işinden kendi isteğiyle çekilme, ayrılma” anlamına geliyordu. Haberde istifa kavramının içinde zaten var olan “kendi isteğiyle” olma niteliği ayrıca bir kez daha vurgulanıyordu. İstifanın “kendi isteğiyle” olduğunun bu kadar güçlü bir biçimde vurgulanması büyük ihtimalle tam tersine kişinin kendi isteğiyle olmadığına delalet ediyor olabilir! Ancak bu psikanalistlerin uzmanlık alanına giren bir konu olduğu için ben oralara girmeyeceğim. Yazımın başlığı “Gramerin Sosyolojisi” ne de olsa!
Yakın zamanda istifa kavramının farklı bir şekilde gündeme geldiğine de tanık olduk. Sağlık Bakanlığı tarafından sağlık personeline “istifa yasağı” getirildiğini duyduk. Bu da oldukça ilginç bir kullanım idi. Çünkü istifa kişinin kendi isteğiyle ve tek taraflı olarak ilan ettiği bir durumdur. İstifanın yasak olması hem gramer hem hukuk açısından ciddi bir açmaz içerir. Aynı istifa kavramı birkaç ay önce bir bakanın sosyal medyada bir istifa mektubu yayınlamasıyla da gündeme geldi. Basın yaklaşık iki gün bu mektubu görmedi. Haberleştir(e)medi. Daha sonra bakanın “görevinden affını istediği” ilan edildi ve bu haber oldu. Bu olayda da istifa kavramının ve müessesesinin anlamı ve işleyişi konusunda ciddi tereddütler içinde olduğumuz ortaya çıktı. Bütün bunlar kelimelerin anlamlarının ve kullanımlarının iktidarla ne kadar ilişkili olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Hatta bana bir Roma imparatorunun bir sözünü hatırlattı. Rivayete göre söz konusu Roma imparatoru bir konuşmasında bariz bir gramer hatası yapar. Yakın çevresindeki biri bunu kendisine hatırlatınca da şöyle cevap verir: “Ben Roman imparatoruyum ve gramerin üzerindeyim.”
Anadolu Ajansı’nın yaptığı hata gördüğüm kadarıyla ciddi bir alay konusu oldu sosyal medyada. Yerlicilerin, milliyetçilerin Türkçe bilmedikleri şeklinde yorumlandı. Üstelik, takip edebildiğim kadarıyla milliyetçilerin Türkçeyle imtihanı sosyal medyanın en önemli temalardan biri uzun zamandır. Milli kimliğe, etnisiteye, yerliliğe bu kadar düşkün olanların ana dillerini kullanmakta bu kadar yetersiz olabilmeleri bir gariplik, tuhaflık olarak tartışılıyor hep. Oysa ben hiç de öyle düşünmüyorum. Hatta bu tür tutumların özellikle Türkiye gibi ülkelerde eşyanın tabiatına gayet uygun olduğunu iddia ediyorum. Yazısını geri kalan kısmında işte bunun temellendirmeye çalışacağım.
Dil, ulus kimliğinin oluşmasında tarihsel işlevsellik açısından çok önemli bir rol oynamıştır modernliğin tarihinde. Hatta “etnisite” aslında bir dilbilim kavramıdır. Yani ulus devlet hamurunun aslî mayası dil olmuştur. Milliyetçilik de modern bir ideoloji olarak ulus devletin kurumsallaşmasında elbette önemli bir rol oynamıştır. Milliyetçilik ulus devletlerin kurucu ideolojisidir. Ancak bu, bir ulusun her bileşeninin milliyetçi olmasını gerektirmez. Zaten bu nedenle modern ideolojiler çeşitlidir. En az milliyetçilik kadar, muhafazakârlık, liberalizm, sosyalizm, komünizm, anarşizm, faşizm de modern ideolojilerdir. Ve bütün bunlar da ulusa dâhildir.
İlginç olan, bu basit gerçeği algılamada en fazla zorluk çeken kesimlerin, ulusal kimliği kanla, ırkla, etnisiteyle tanımlayanlar olmasıdır. Yani milliyetçiler, özellikle de etnik milliyetçiler ulus kimliği tarihsel olarak değil bir doğa olarak algılarlar. Onu doğuştan, kan grubu, göz rengi gibi edinirler. Ulus kimliğin tarihsel, inşa edilmesi, sürekli üzerine konulması, zenginleştirilmesi, hatta dönüştürülmesi gereken bir şey olduğunu görmezler. Dil de bu anlamda onlar için öğrenilmesi gereken bir şey değildir. Onlar dili bir maarif ve müfredat konusu olarak algılamazlar.
Türkiye gibi modernleşme toplumlarında ise durum daha vahimdir. Modernliği bizatihi kendi imkânlarıyla üretememiş, ama ona kayıtsız da kalamamış modernleşme toplumlarında ulus kimliğin inşasında politik zor, kültürel bütünleşmeden çok daha önemli bir rol oynamıştır. Bu aslında ulus devletin hem tarihsel gecikmişliğini, hem kısık ateş yerine yüksek ateşte pişmişliğini hem de kültürel mayasının zayıflığını işaret eder. Bu tip toplumlarda ulus kimlik müfredatla, kanonla, maarifle değil sanki daha çok hamasetle, retorikle, gündelik siyasetle oluşmuştur.
İşte tam da bu nedenlerle aslında ulus kimliğin en vazgeçilmez ögesi olan ulusal dile saygı, hâkimiyet açısından en titiz olanlar genelde milliyetçiler değildir. Doğuştan Türk olduğunu varsayan, kimliğini Türkçe dilinin içine doğmaktan edinmiş olabileceğini pek aklına getirmez. Onu meydana getirenin damarlarındaki kan değil de, ruhunda dolaşan gramer, sentaks ve kelime haznesi olduğunu düşünmez. Hatta düşünmenin kalitesini bile bir dile hâkimiyetin belirlediğini duysa gülüp geçer.
Belki de bu nedenle dil, kelimeler onun için hayati değildir. Kolaylıkla dili araçsallaştırır. Gündelik, basit siyasetin ihtiyaçlarına göre onu eğip, bükebilir. Gerektiği zaman insanları kendi istekleriyle istifa ettirir. Dilediği zaman insanlara istifa yasağı getirir. Bir bakıma daha önce sözünü ettiğim Roma imparatoru gibidir. Hem en milliyetçidir hem ulusal dilin gramerinin üstündedir. Oysa ancak grameri güçlü, itibarlı, içselleştirilmiş topluluklar toplum olabilirler. Grameri sağlam toplumlarda kamu olur, hukuk olur, asgari demokrasi olur.