Gregory Corso’nun Altın Vuruşu - 2

İster evde tek başına ya da bir kafede otursun, ister bir barda bilardo oynuyor olsun, Gregory Corso'nun kafasında bir dizeyi ya da imgeyi evirip çevirmediği, şiirin sesini, tonlamasını veya iç mantığını sorgulamadığı, yani şiirsiz geçen tek bir anı asla olmazdı. Kendine bu kadar okkalı soruları bu denli insafsızca soran başka birini tanımıyorum.

Öykü Tekten poetrydeal@gmail.com

Dövülmüş Kuşağın en dövülmüş, aynı zamanda en lirik şairlerinden biri olarak nitelendirdiğim ve yıllar önce girdiğim arşivlerinden henüz çıkamadığım 'Gregory Corso’nun The Golden Dot: Last Poems 1997–2000' (Altın Nokta: Son Şiirler 1997–2000) kitabının Raymond Foye editörlüğünde yayına hazırlandığını Foye’nin kaleme aldığı muhteşem bir yazı sayesinde öğrenince yaşadığım heyecanı ve sevinci anlatamam. Hem Corso’nun son şiirlerinin nihayet gün yüzüne çıkacağının müjdesini vermek hem de onu yakından tanımış, sadece onun değil kuşağın diğer birçok şair ve sanatçısının da arşivlerine canla başla sahip çıkmış, tanıdığım en nev-i şahsına münhasır insanlardan Foye’nin gözü ve ruhuyla Corso’nun dünyasına geniş bir kapı aralamak adına ilk bölümünü geçen yazımda paylaştığım bu makalenin ikinci bölümünü paylaşıyorum.

Gregory Corso, New York’un yerlisiydi —Bleecker ve MacDougal sokağının kesiştiği köşede bir evde doğdu. Birileri “Dövülmüş Kuşak şairleri ve yazarları Greenwich Village’de takılıyor” dediğinde gıcık olur, şu yanıtı verirdi: “Takılmıyorum, orada doğdum ben.” Village’deki kafe ve restoranların müdavimleri arasında gangsterler de vardı ve o aralar organize suç kültürüne dahil olmamak kolay iş değildi. Corso önce küçük hırsızlıklarla başladı, sonra kendi çetesinin elebaşı oldu. On yedi yaşındayken, New York'un Dannemora olarak bilinen korkunç Clinton Hapishanesi'nde üç yıl hapis cezası aldı. Her zamanki biricikliğiyle, o hapishaneye giren ve çıkan en genç mahkûm olduğunu sık sık söylerdi.

Corso'nun, ölümünden iki yıl önce Dannemora Hapishanesi'ni (hep bu adı kullanırdı) ziyareti sırasında çekilmiş, mahkûmlarla şiir üzerine konuşmalarını da içeren harikulade bir film var. Corso bu filmde, hapishaneye girdiği ilk gün kıdemli mahkûmlardan birinin kendisine şu nasihati verdiğini anlatıyor: “Zamana mahpus olma, bırak zaman sana hizmet etsin.” Hapishane kütüphanesinde çok az kitap bulunuyordu ancak iyi seçilmiş kitaplardı bunlar: Kısaltılmış Oxford İngilizce Sözlüğü, İncil, Britannica Ansiklopedisi (on birinci baskı), Bulfinch Mitolojisi, Homer Watt ve James Munn’ın hazırladığı İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Fikirler ve Biçimler başlıklı 1925 yılında basılmış antoloji. The Golden Dot’ın el yazması taslağında Corso’nun bu antolojiye yaptığı referansı gördükten sonra, bir kopyasını birkaç dolar ödeyip internetten sipariş ettim. Büyüleyici bir seçki. Corso’nun Beowulf, Sir Gawain ve Yeşil Şövalye gibi erken dönem destanlarına, ayrıca “The Twa Sisters” ve “Sir Patrick Spens” gibi Britanya Adaları baladlarına olan tutkusu hakkında çok şey açıklıyor. Corso’nun tüm eserlerinde okuryazarlığa ve yazılı geleneğe karşı duyduğu sağlıklı bir güvensizlik vardır —zaten her ikisini de kendi mesleğinin yeni icatları olarak görür. Eski çağlardan kalma hikâyeler ve inançlar onun asıl rehberleriydi ve her zaman en sevdiği yazarın Anonim (Anonymous) olduğunu söylerdi. Sanskrit ve Akad destanlarını, Mısır Hanedanlığının vakayinamelerini, eski Yunan mitlerini severdi. Corso’nun tarih anlayışı eşzamanlıydı: Fikirler, olaylar ve konular kafasının içinde bir saatin dişlileri gibi birbirine geçmiş durumdaydı.

Corso’yla ilk kez 1973 yılının Nisan ayında, Massachusetts'teki Salem State College'da, Ginsberg ve Peter Orlovsky ile birlikte özel konuk olarak çağrıldıkları Jack Kerouac sempozyumunda tanıştım. Okul yöneticileri arasında bir müddet devam eden müzakereden sonra, Lowell Lisesi'ndeki en başarılı İngilizce sınıfının bu sempozyuma katılmasına izin verildi. Lise üçüncü sınıftaydım o zaman, ancak Kerouac okuyan tek öğrenci olduğum için onlara eşlik etmeme izin verildi. Dövülmüş Kuşak üzerine birçok tartışma yaşansa da, Lowell Lisesi'ndeki öğretmen ve müdürlerin birçoğu Kerouac'ı tanıyordu —birçoğu onunla aynı okula gitmişti; kişisel olarak da çok sevilen biriydi. Bu sempozyum, gerçek bir New Englandlı olan İngilizce eğitmenimiz Rita Sullivan'ın fikriydi —New Englandlı olmak, açık fikirliliği dışlamayan bir şeydir. Şairin hayatı ve eserlerinin birbirinden çok farklı iki şey olduğunun herkesin çabucak farkına varmasıyla biten bu hafta sonu şaşırtıcı bir keşifti. İçki, sigara, küfür ve tartışmalar gırla gidiyordu ve Corso neredeyse şeytanın vücut bulmuş hali gibi görünüyordu. Bütün bunlar bugün olsa, zavallı Rita Sullivan işinden kovulur ve hayatı boyunca bir daha asla eğitimci olarak iş bulamazdı —Orpheus kültüyle her etkiye açık bir genci tanıştırmak adına bugünün ödülü de öyle.

Ettore Sottsass ve Fernanda Pivano tarafından East 128, Milan’da 1966 yılında tasarlanıp basılan Gregory Corso’nun 'The Geometric Poem' kitabından bir sayfa. Özgün, el boyaması kopya, 1993. Raymond Foye Koleksiyonundan.

O hafta sonu Corso, üstünde kadife takım elbise ve elinde gümüş konyak şişesiyle herkese sataşıyordu: Ginsberg, akademisyenler, Kerouac ya da en azından Kerouac efsanesi nasibini almıştı bu durumdan. (Salem'in ünlü cadıları saygı duyduğu tek grup gibi görünüyordu.) Ancak sonra olağanüstü bir şey yaşandı: Kapanış etkinliği akşam düzenlenen bir şiir okumasıyla gerçekleşti. Corso’nun yarattığı tüm düşmanlığı alıp aniden kutuplaştırdığını gördüm. (Daha sonra Nina Simone ve Miles Davis gibi sanatçıların da aynı şeyi yaptığını görecektim.) Ginsberg ve Orlovsky'nin doksan dakikalık şiir ve Budist ilahiler okumasından sonra, Corso ana sahneye çıktı ve hâlâ en iyi şiiri olduğunu düşündüğüm “Elegiac Feelings American” (John L. Kerouac'ın Sevgili Hatırası için)’ı okudu. Corso herkesi büyülerken salona aniden derin bir sessizlik çöktü; şiir derin, anlamlı ve korkunç güzeldi. Okumanın sonunda, hem Corso hem de aralarında Kerouac ailesinin birçok ferdinin de olduğu seyircilerin çoğu ağlıyordu. O sahneye kimin ağırlığını koyduğunu söylemeye bile gerek yoktu.

O andan sonra Corso’yu daha yakından tanımaya azmetmiştim. Bu kolay bir iş değildi çünkü onu bulmanın zorluğu bir yana, buluştuğunuzda da genellikle pek yüz vermezdi. Dört yıl sonra kendimi San Francisco’daki North Beach’de onunla aynı mahallede yaşarken buldum. Ara ara konuşuyorduk. Bir gün plak çalarımın olup olmadığını sordu, ben de var dedim. Ertesi sabah elinde kapağı kaybolmuş bir plakla ara sokaktan benim pencereye doğru bağırıyordu. Plakta Yehudi Menuhin’in bir Bartok keman sonatı. Yukarı çıktı, plağı koyduk, sükunetle kendinden geçti. Müzik nasıl dinlenir üzerine harika bir dersti bu. O akşam, yarım düzine şairin bir araya geldiği bir akşam yemeğine katıldı. Akşam boyunca oturduğu masayı bir değil iki kez tepetaklak devirdi: Hırsını başkalarından çıkarmak konusunda üstüne yoktu.

Yıllar boyunca Gregory ile takılmanın en sevdiğim yanlarından biri, onun hayranlarıyla nasıl başa çıktığını görmekti. Çok hayranı vardı. Gregory hep aynı göründüğü için hayranları onu sık sık sokakta durdururdu. Ruh haline bağlı olarak bazen hoşsohbetti, fakat daha çok açıkça küçümseyen veya düpedüz agresif bir tavrı vardı. Hayranlarını yaltaklıkla ve özentilikle suçlardı —onları çektiği eziyetin kaynağı olarak görüyordu. Birisi içtenlikle, “Gregory bey, eserlerinizin yıllardır benim için ne kadar önemli olduğunu belirtmek isterim” deyince o da “Kendi sorunlarımla seni rahatsız mı ediyorum?” diye kısaca yanıtlardı. Diğer zamanlarda daha pratikti: “Aman, ne harika! 5 dolar veriver o zaman!” Corso’nun ‘Evlilik’ şiirini düğünlerinde okuduklarını söylemek adına yanına gelenlerin sayısını tahmin bile edemezsiniz —zamanımıza özgü bir düğün kasidesi varsa o da budur. (Bu şiir sayısız antolojiye dahil edilmiştir; Gregory bir keresinde bana ‘Evlilik’ şiirinden tahminen 100 bin dolardan fazla kazancı olabileceğini söylemişti, ‘Bir şiir için hiç de fena değil’ diye ekleyerek.) ‘Bir sokak köşesinde hiçbir şey yapmadan durmak kudretli bir iştir’ dizesini de kaç kişinin ona ezberden okuduğunu görmüş olmak çok daha şaşırtıcıydı. 1953'te yazdığı bu dize Dövülmüş Kuşağın öz be öz bir şekilde otoriteye meydan okumasını temsil ediyordu. Ve Gregory'nin sık sık söylediği gibi, muhteşem bir dize bütün bir şiir kitabına bedeldir.

İster evde tek başına ya da bir kafede otursun, ister bir barda bilardo oynuyor olsun, Gregory’nin kafasında bir dizeyi ya da imgeyi evirip çevirmediği, şiirin sesini, tonlamasını veya iç mantığını sorgulamadığı, yani şiirsiz geçen tek bir anı asla olmazdı. Kendine bu kadar okkalı soruları bu denli insafsızca soran başka birini tanımıyorum. Ne zaman masada herhangi bir ilmi konu açılsa, hepsine aşinaydı. Bir ikindi vakti oturduğumuz bir barda aniden yumruğunu masaya vurdu ve “Hepsi o lanet kuğu yüzünden oldu!” diye bağırdı —bunu söylerken Truva Savaşı’na geri döndüğünü biliyordum. Corso’ya göre antik çağların mühim konuları mazide değil, çağdaş şiir ve resmin içinde yaşıyordu.

Arthur & Kit Knight tarafından 1979 yılında 500 adet basılmıştır.

1997'de son kitabı üzerinde çalışırken hayatını sarsan haberler aldı —altmış yedi yaşındaydı o yıl. Bir belgesel yapımcısı Corso’nun seksen yaşındaki annesini bulmuştu. Kendisine söylendiği gibi, doğumundan hemen sonra annesi İtalya'ya dönmemişti. Nehrin öbür yakasındaki Trenton, New Jersey’e kaçmış, orada kendine yeni bir aile kurmuştu. Anne ve oğulun yeniden bir araya gelişi filme alındıktan birkaç gün sonra, beraber yaptıkları ilk gezi Atlantic City’deki bir kumarhaneye oldu —bu gezi anasoylu bağı kurmak adına kuşku götürmez bir kanıt oluşturuyor gibiydi. Ancak şaka bir yana, ilk başta keyifli olsa da, bu birleşme ona acı veren terk edilmişlik duygusuna yeniden maruz kalmasına sebep oldu. Corso birkaç yıl sonra bana, yönetmenin bu konuyu ona hiç açmamış olmasını dilediğini söyledi. “Altmış yedi yıl annesiz yaşadım —geçen bunca zaman şimdi nasıl telafi edilebilir?” dedi. Bu sırada babası da ölüm döşeğindeydi. Corso, tüm hayatı boyunca bu adamdan nefret etmiş ve ayrıca korkmuş olsa da, ölmeden onu görmek adına çaba sarf edip ziyaretine gitti. Alzheimer hastalığının babasını nazik ve iyi kalpli bir ruha dönüştürdüğünü böyle öğrendi. Yıllardan sonra bu ilk karşılaşma başta çok dokunaklıydı, ancak acı ve utanç verici bir şekilde sona erdi: Ayrılırken babası ona Dominic diye seslendi. Hayat artık her gün birbirini izleyen sersemletici olaylar gibi görünüyordu ona. Anne babasıyla yaşadıklarını ve diğer hatırı sayılır olayları The Golden Dot’la kayıt altına aldı.

Bu yıllardaki olumlu gelişmelerden biri, başarılı bir Japon görsel sanatçı olan Hiro Yamagata’nın Corso’ya kol kanat germesi oldu. Yamagata’nın yolladığı aylık cep harçlığı sayesinde, Corso Greenwich Avenue’deki Rare Book Room (Nadir Kitaplar Odası)’un sahipleri olan Roger ve Irvyne Richards’ın ona verdiği daireden çıkıp hemen yan tarafında yeni boşalan başka bir daireye taşındı —Birkaç yıl önce bu çift, Corso’nun gece sokakta yattığını duyup onu evlerine almıştı. Böylece Corso uzun zaman sonra ilk kez kendine ait bir yaşam alanına sahip oldu. Bu durum hiç şüphesiz daha iyi çalışmasına vesile oldu. Onun ziyaretine gidenler, yerin genellikle şarap, kahve, kan ve kimbilir başka nelerle üstü lekelenmiş ve daktiloda yazılmış şiirlerle kaplı olduğunu hatırlayacaktır. Bu ev onun sanat çalışmalarına yeniden başlamasına ve cüzi de olsa bir gelir kaynağı elde etmesine de vesile oldu. Büyüleyici bir tarza ve derin bir sanat tarihi bilgisine sahip yetenekli bir ressamdı Corso. Bu dönemde ona düzenli olarak Poe, Whitman, Dickinson, Burroughs ve Bob Kaufman'ın portrelerini sipariş ettim. Ayrıca ilk kez 1966'da Milano'da Ettore Sottsass tarafından basılan ve antik Mısır'a adadığı şiir olan “The Geometric Poem”in el boyaması bir baskısını da sipariş ettim. Ziyaretçilerini ve hayranlarını ağırladığı, sükunetin hâkim olduğu bir ev ortamı vardı. Tek sıkıntısı uyuşturucuydu. 1950'lerden beri bağımlı olduğu eroini metadonla dönüşümlü olarak kullanmaya başlamıştı. Bir keresinde bana uyuşturucudan kafayı bulmayalı neredeyse yirmi yıl geçtiğini söyledi, ancak yine de bu alışkanlığını sürdürdü. Damarları artık çökmüş ve iki kolunu da kaybetmek üzereydi. Geçirdiği enfeksiyonlar yüzünden evinin yakınındaki St. Luke's Hastanesine gidip geliyordu —Bu durumunu birkaç şiirinde anlatır ve eroinden her zaman “pis hemşire” diye söz eder.

Corso, sık sık gözden geçirdiği için bir şiire yıllarını harcardı ve onun gözünde bir şiir birçok bakımdan asla bitmezdi. Onu günlerce, haftalarca misafir eden arkadaşları, o gittikten sonra kapsamlı bir şekilde değiştirip düzenlendiği kitaplarını bulacaklardı kendi kütüphanelerinde. Özellikle son yıllarındaki şiir okumaları genellikle şiirleri üzerine tefsirlerden oluşuyordu; her zaman kendisiyle veya şiirle sürekli kavga eden bir hali vardı —kendisi ve şiiri aynı şeydi zaten. Ama sona doğru yaklaştıkça, bu bitmek bilmeyen revizyonların işe yaramayacağını anlamış gibi görünüyor ki birdenbire bize külliyatındaki en nadir eserleri bıraktı: baştan sona tek bir düşünce ve ilham akışıyla aynı anda yazılmış şiirler. Bunu Corso’nun şiirlerini yazdığı günü ve hatta bazen tam saatini (her zaman gecenin ortasında) belirtmiş olmasından anlıyoruz. Bunlara “hatıra defteri şiirleri” adını verdi ancak hiçbirinden tam olarak emin değildi. Bana göre bunlar, kariyerinin mihenk taşları ve bir şair olarak olağanüstü yetilerini en fazla gösteren şiirlerdir. Bu şiirleri okumak, onun zihnine tamamen girmek ve yaratıcı eylemin ta kendisine tanık olmaktır. Bu son şiirlerde gece yarısı yanan mumun başına tekrar dönerek kendine ve yalnız okura yazmıştır. Şiirlerin eriştiği samimiyet düzeyi muhteşem, etkisi ise uhrevi.

The Golden Dot’ın bir diğer özelliği de, Corso’nun çok az sayıda şiire başlık atmış olması —neredeyse iki yüz şiirden sanırım sadece yarım düzinesinin adı var. Niye böyle olduğunu bilmiyorum, başlıkların bariz bir şekilde gereksiz olması dışında. Bu şiirlerin edebi “ürünler” veya “nesneler” değil, onun yerine adlandırılamayan bir tür taşma veya boşalma olduğu duygusuyla baş başa kalıyor insan. Aynı zamanda Corso bu çalışmanın “destesi karılan bir şiir”, yani rastgele, hiyerarşik olmayan bir konfigürasyon veya daha gizemli bir yerden bakılırsa, tarot kartları ya da I Ching gibi bir kehanet yöntemi olarak görülmesi isteğini elyazması nüshanın ilk sayfasında belirtir. Böyle bir kitap daha önce yazılmış olabilir, ama ben henüz bir benzerini görmedim.

Bu son şiirlerde öldürülecek birçok ejderhadan en tehlikelisi kibirdi. Corso, kariyerinin başında “Yaşlı erkek şairlerden nefret ediyorum” diye yazmıştı. Pete Townshend'in “Umarım yaşlanmadan ölürüm” sözü gibi, bu onun başkalarına unutturmak için yaşayacağı bir dizeydi. Corso son yıllarında küstahlığını (çok küstahtı) inancın ve gerçek bilginin önünde bir engel olarak görüyordu. Şiirin gençlerin işi olduğu şeklindeki tutumundan kurtulması gerekiyordu çünkü artık o da yaşlı bir adamdı ve elinde şiirden başka bir şeyi kalmamıştı. Şiirin her yaşa hitap ettiğini vurgulamaya başlaması bundandı. The Golden Dot, yaşlılığı ve güçten düşmeyi radikal bir şekilde kabullenmeyi öğreten bir kitaptır. Ve Corso'nun sözcük tasarrufu, sözcükleri aktarışı cidden baş döndürücüdür: Neyi kullanacağını ve neyi çıkaracağını tamı tamına bilir. Rüya ve mit, ki Orfik benliğinin en canlı olduğu yerlerdi, onu tamamen ele geçirmişti.

'The Golden Dot'ın özgün kopyasından bir sayfa. Downtown Collection, Fales Library, New York Üniversitesi'nin izniyle.

Okur, bu kitap yirmi yıl önce tamamlandığı halde neden şimdi yayımlanıyor diye sorabilir. Şairin ölümünden sonra yaşadığı ev boşaltılırken el yazması nüshalar bir kâğıt torbaya kondu. Corso vasiyetinde telif haklarını, son yıllarında ona gösterdikleri sadık destekleri adına dostları Roger ve Irvyne Richards'a bıraktı. New York'un nadir kitap dünyasında efsanevi bir figür olan Roger Richards, 18 Aralık 2002'de yetmişinci doğum gününde evinde vefat etti. İki yıldan kısa bir süre içinde Irvyne hayattaki en yakın iki dostunu kaybetmişti ve gitgide daha münzevi bir hayatı benimsemeye başlamıştı. Nüshaların bir kopyasına ulaşmayı umarak defalarca aramama rağmen onu ikna edemedim. Kitabı kendisinin düzenlemek istediğini söyledi —ki bunun asla gerçekleşmeyeceğini biliyordum. Irvyne sigara tiryakisiydi; yıllarca yaşadığı evin ve onunla birlikte el yazması nüshaların yanacağı korkusuyla yaşadım. Sonunda telefonlarıma yanıt vermeyi bıraktı. Özgün eser onun elinde kaldı; artık var olmayan bir hayatın tılsımıydı bu kitap ve Irvyne dış dünyaya karşı onu korumaya almıştı. Eylül 2020'de vefat ettiğini öğrendiğimde üvey kızı Hillary'yi aradım. Kısa süre sonra nüshalar elime ulaştı. Yıllar boyunca Corso'nun arkadaşları arasında bu kitabın sayfaları kopyalanıp dağıtılmış olsa da, bunlar bölük pörçük kısımlardı sadece. Editoryal zorlukları yok değildi ancak elimde tuttuğum yazarının niyetleri açıkça görülen, titizlikle şekillendirilmiş bir son el yazması nüshaydı. Şairin hayat boyu dostu, editörü ve çevirmeni olan George Scrivani ile yaptığımız bir yakın çalışmanın ardından kitap, büyük bir kariyerin nihai bölümü olarak New Directions tarafından yakında yayımlanacak.

Raymond Foye: Yazar, yayıncı ve küratör. Woodstock, New York’ta yaşıyor. City Lights’dan çıkan The Collected Poems of Bob Kaufman kitabının editörü olarak 2020 yılında American Book Award from the Before Columbus Foundation ödülüne layık görüldü. The Brooklyn Rail dergisinde danışman editör olarak çalışıyor.

Manşet fotoğraf: Raymond Foye / San Francisco, 1977.

Tüm yazılarını göster