Geçtiğimiz hafta sonu, gerek 28 Şubat’ın yıldönümü gerekse
Erbakan’ın 27 Şubat’taki ölümünün 10. yılı vesilesiyle, yakın
geçmişe dönükmüş gibi görünen, fakat esasen bugüne [de] ait olan
tartışmalarla geçti. 28 Şubat ve Erbakan mefhumları etrafında
ortaya çıkanlar, ülkenin son 20 yılda yaşadığı dönüşümün bazı
sonuçlarını da sergileyen bir fuar gibiydi. İslamcı politik
ajandanın, bu 20 yılda Türkiye’nin ‘resmi ideolojik’ pozisyonunu ne
denli değiştirdiğini ve bu eksende bir merkez siyaset kurma
konusunda epey mesafe kat ettiğini de teyit etmiş olduk. Ancak,
başta CHP ve HDP’nin buradaki pozisyonları ve mesajları konusunda
olmak üzere, 28 Şubat olayı ve Erbakan olgusu hakkında da yeni
resmi ideolojinin çerçevesini aşan, bu çerçeveyle hesaplaşan yaygın
ve çok kıymetli itirazlar geldi. Bu önemli. İtirazların önemine
döneceğiz; ancak şu son dört günün filmini izlemeye devam
edelim...
Pazartesi akşamı Erdoğan, alışıldığı üzere, uzun bir siyasal
propaganda peşrevinden sonra ‘normalleşme adımları’nı açıkladı.
Öncelikle unutmamalı ki salgın ve o kapsamda alınan önlemler,
yarattığı büyük ekonomik sıkıntılara rağmen, iktidarın
süreklileşmiş olağanüstülük ihtiyacına da karşılık geldi. Toplumsal
yaşam, ‘çarkların dönmesi’ sözüyle sembolleşen bir üretim-dağıtım
ağı dışında yaklaşık bir yıldır çok katı bir denetim ve kısıtlama
altında tutuluyor. Geride kalan bu bir yılda üç nokta belirgin
şekilde öne çıktı:
Birincisi, devletin mali olanaklarının ve idari tercihlerinin,
toplum ve halk sağlığı değil, sermaye birikiminin devamlılığı ve
genel anlamda ‘iş dünyası’ lehine kullanıldığı görüldü. AKP/MHP
iktidarının sınıfsal menşeini, çok daha geniş kitleler için açık
hale getirdi bu.
İkincisi, toplumun bir bölümünü salgın koşullarında yüksek risk
altında çalışmaya, bir bölümünü de o risk maliyetini dengelemek
üzere ekonomik faaliyetinden alıkoyarak evde oturtmaya dönük
kısıtlamalar giderek büyüyen ve genişleyen sorunlar yaratırken,
devlet ricali ve her türden iktidar örgütünün ayrıcalıklı olduğu,
diledikleri gibi bir normalleşme içinde yaşadıkları görüldü. Büyük
kentlerin meydanlarında maskesi burnunun altında diye insanlar
tartaklanırken, Erdoğan kongre salonlarının hınca hınç dolu
olmasıyla övündü; AKP şölenlerinde bırakın maskeyi, deve güreşi
formatında tuhaf danslar edenler boy gösterdi.
Üçüncüsü, alkol satışı ve restoranlar, cami-okul uygulamaları,
yılbaşı eğlenceleriyle ‘âlim’ cenazelerine gösterilen tolerans
farkı gibi pek çok başlık altında, kısıtlamaların dinselleşme
ekseninde bir fırsata dönüştürüldüğü görüldü.
İlki sömürü mekanizmalarını; ikincisi siyasal iktidarın devletle
kaynaşması ve parti-devlet yozlaşmasına ait ayrıcalıkları; üçüncüsü
dinselleşmeyi işini kolaylaştırıcı bir faktör olarak gören siyasal
gericiliği açık eden bu üç nokta, birçok tepkiyi de doğurdu,
doğuruyor. Ekonomik sorunlar, geleceksizliğe eklenen bugünsüzlük
toplumun birçok kesiminde huzursuzluğa yol açıyor. Bunun siyasi
sonuçlarına yönelik ölçümler, iktidarın güç kaybettiğine dair
benzer sonuçlar üretiyor. Derinleşen maddi sorunlar baskıları da
daha görünür hale getiriyor. ‘Normalleşme açılımları’ tam da böyle
bir dönemde, ilgili bilim ve meslek kuruluşlarının katılımını
sağlamadan, uyarılarına kulak asmadan alınmış, bu yönüyle
önceliğinin halk sağlığı olmadığı bilinen, türlü yönleriyle siyasal
etki şüphesi altındaki kararlardır.
Erdoğan normalleşme açıklamasında, “insan hakları eylem planını”
da ertesi gün açıklayacağını duyurdu. Bu ‘plan’ın insan haklarına
ilişkin bir eylem içermesini bekleyen yoktu zaten; daha önce
‘reform’ kod adıyla gündemde tutulan iç ve dış müzakerelere müzahir
olduğu malumdu. Ancak zamanlama ve kapsam, söz konusu vaatlerin
esas posta adresi olan o müzakereler ya da çok bileşenli egemen
siyaset sahnesindeki pozisyonlar için fikir verecekti; belki bir de
toplumsal tepkilere dair seçici yanıta…
Bu noktada, normalleşme ve insan hakları ‘açılım’larından kısa
süre önce, çeşitli rejim kurumlarından, alışılmadık özürler
geldiğini hatırlamakta yarar var. Önce 24 Şubat’ta Sağlık Bakanı
Fahrettin Koca, her akşam topluma maske-mesafe-vesaire nutukları
atarken, bir cenaze izdihamında görüntülenmiş olduğu için özür
dilemek zorunda kaldı. Ardından, Hatay’daki kongre ve davullu
kutlama şölenlerinde ortaya çıkan görüntüler nedeniyle 27 Şubat’ta
AKP Hatay Gençlik Kolu özür diledi. Ertesi gün de Milli Eğitim
Bakanı Ziya Selçuk, okulların açılmasıyla ilgili erteme kararı için
özür açıklaması yaptı. Bunlara, Boğaziçi öğrencilerine “başı
ezilecek yılan” diye çıkışan Bahçeli’nin 23 Şubat’taki grup
toplantısında “kızgınlığınız olabilir, ne sorununuz varsa gelin
çözelim” diyerek geri adım atmasını; işkence konusundaki ‘onurlu,
ahlaklı kadın’ sözlerinin yarattığı etkiyi karşı gürültüyle
dağıtamayan Özlem Zengin’in “ben tekil bir olayı kast ettim”
diyerek kendini tevil etmesini eklemek lazım. Bunların hiçbiri,
gerçek anlamda özür dileyen, gerçek bir özrün gerektirdiği şekilde
sorumluluk alan açıklamalar değildi; ama iktidarın en katı
odalarında bile yankılanan bir basıncın etkisini göstermeleri
açısından önemliydi.
Normalleşme ve insan hakları açılımları, bu özürleri de ortaya
çıkaran toplumsal koşullarda geldi. İnsan hakları, ifade özgürlüğü,
temel demokratik haklar konusunda gerçek tablo öylesine vahim ki,
Erdoğan’ın ‘reform’ açıklamasından sadece birkaç saat önce, Erzurum
Karaçoban’ın HDP’li belediyesi basılıp, başkanı gözaltına alınıp,
yerine kayyum atanıyor. Bahçeli Meclis’te “Türkiye bir hukuk
devletiyse HDP'nin kapatılması acildir, şarttır” diyor. Yargıtay
HDP hakkında inceleme başlattığını duyuruyor. AKP Grup Başkanvekili
Cahit Özkan, "HDP siyasi olarak kapandıktan sonra hukuken de
kapanacaktır" diyor.
28 Şubat günü için ortaya çıkan ‘hatırat’, insan hakları eylem
planının açıklandığı 2 Mart günü için de çıksaydı, 2 Mart 1994 günü
hatırlanabilirdi. Dönemin DEP milletvekilleri hakkındaki
dokunulmazlık oylaması o tarihte yapılmış ve Leyla Zana ile Orhan
Doğan aynı gün Meclis kapısında yaka paça gözaltına alınarak
götürülmüştü. Tutuklu DEP vekili sayısı sonra 6’ya yükseldi. 2 Mart
1994’te girdikleri hapisten 10 yıl 3 ay sonra (AİHM kararıyla)
çıktılar. İki ay sonra, Mayıs 1994’te DEP kapatıldı. Kürt sorununun
barışçıl çözümü konusundaki tüm seçenekleri imha eden devlet
stratejisinin parçasıydı bu ‘darbe’; sahada “Susurluk çetesi”nin
eylemleriyle birleşiyordu… 28 Şubat telin edilirken demokrasi
mücahidi olarak yüceltilen Erbakan ve partisinin bu konuda ne
‘tutum’ aldığını İrfan Aktan dün Duvar’da hatırlattı. DEP’li
vekillerin tarihe kazınacak görüntülerle derdest edildiği günün
yıldönümünde açıklanan insan hakları eylem planı da aynı 2 Mart
günü HDP’li seçilmişlerin derdest edilmesi, kapatmaya yönelik
inceleme başlatılmasıyla esas anlamını kazanıyor.
Kapsamı itibariyle insan hakları planının ‘içeriye’ yönelik bir
anlam taşımadığı, inandırıcılıktan uzak ve giderek geçiciliği artan
zaman kazanma hamlelerinden biri olduğu ortada. Bu haliyle rejimin
Türkiye toplumuna vaat edebileceği anlamlı bir iyileşmenin söz
konusu olmadığı da... İşte burada, yazının başında vurgulanan
itirazların önemi ortaya çıkıyor. 28 Şubat-Erbakan konusunda CHP ve
HDP’ye yöneltilen eleştiriler; pragmatik gerekçelerle kurulan resmi
söylemlere, neredeyse bir AKP fonksiyonu olan bu tercihli demans
haline yüksek itiraz önemli. Benzer bir durum İstanbul’daki
belediye grevlerine dair tartışmalarda da görüldü. Bu grevler
karşısında genellikle orta sınıf mahreçli tepkiler çok dikkat
çekti. Bir kısmı doğrudan işçilerin olası kazanımlarına karşı
sınıfsal hınç içeren, bir kısmı ‘AKP’ye karşı uyanık olma’ postuna
bürünen bu tepkilerin yaygınlığı sabır taşırdı, yer yer usandırdı
belki. Ama ben bardağın dolu tarafına da bakmayı öneriyorum. Önemli
sayıda insan işçilerin, grev hakkının, bunun toplam siyasal
mücadele içindeki anlamının yanında durdular. Sadece CHP’li
belediyeler değil, tümü ve elbette sermaye sınıfı, halkı grevlere
karşı kışkırtmanın kolay olmadığını görmüş olmalı. Ama belki daha
mühimi, sermayenin her renkte çeşitlenmiş sayısız aracına ve devasa
olanaklarına karşın son derece sınırlı araçlar ve imkânlarla sesini
duyurabilen işçi sınıfıyla, grev alanı da sosyal medya da dâhil her
yerde dayanışma gösteren, usanmadan dert anlatmaya çalışanların
gücü, meşruluğuydu. Burada, Erbakan ve grev başlıklarında ortaya
çıkan umut verici bir güç var –Boğaziçi direnişini de unutmamalı...
Türkiye belli ki keskin ve sert bir süreçte, önemli değişimlerin
eşiğinde. Öncelikli sorun, ülkeyi bu karanlık tünellere sokan
iktidar elbette. Ama toplumun, bir restorasyon ittifakının pasif
destekçisi, oy havuzu olarak kalması halinde ‘muhalefet’in de bir
yenilik vaat etmediği açık. Bu koşullarda toplumun içinden yükselen
itirazın gücünü önemsemek, onu beslemek, usanmadan dayanışma içinde
olmak daha da anlam kazanıyor. Zira biliyoruz ki demokratik
kazanımlar, sandık cilvesiyle değil, işçi, Kürt, kadın, LGBTİ+ ve
tüm ezilenlerin, haklarını kaynar kazanın içinde çıplak elle
arayanların gücü nispetinde elde edilecek.