Gül Büyükbeşe: Eski TRT, çoktan göz hizamızdan çekildi

Belgesel sinemacı Gül Büyükbeşe ile belgesel sinemayı konuştuk. Büyükbeşe, "Bundan sonra film yapabilmemiz ancak dayanışma ile mümkün olabilir diye düşünüyorum" dedi.

Abone ol

DUVAR - Uzun yıllardır belgesel sinemaya emek veren ve son olarak 2015 yılındaki Diyarbakır, Suruç ve Ankara Garı katliamlarını konu alan "Ölüm Ne Yana Düşer Usta" isimli belgeseli kayda alan Gül Büyükbeşe, bu janrın sayılı isimlerinden biri… TRT’de çalıştığı yıllarda yaptığı belgesellerle ismini duyuran ve emek meselesini gündeme taşıyan Büyükbeşe, şu günlerde yoluna bağımsız olarak devam ediyor.

Son belgeseli ile aynı isimli bir de kitap kaleme alan ve şu günlerde raflarda bulunan çalışması (Ölüm Ne Yana Düşer Usta – Notabene Yayınları) ile ilgili Büyükbeşe’yle bir araya geldik ve belgesel sinema anlayışı hakkında konuştuk.

Sizi bir de kendi sözlerinizle dinleyelim…

Belgesel sinemacıyım. Geçmişimde çoğu TRT’de yapılmış 20’den fazla film var. Yani yıllarımı Jean Luc Godard’ın “sinemanın yarattığı büyük günah” olarak nitelendirdiği televizyonda geçirdim. Doğal ki, belgeselciliğim de başlangıçta televizyonda biçimlendi. Ancak tam da burada önemle vurgulamak istediğim bir nokta var; 1998’de bağımsız sendika kurma amacıyla yola çıkan ama sonra KESK bünyesinde örgütlenen bir avuç TRT emekçisinden biri olarak, ben de TRT’nin öncelikli görevinin “kamu hizmeti yayıncılığı” yapmak olduğuna inanıyordum, hala inanıyorum. Açmak gerekirse; kamu hizmeti yayıncılığı tüm yurttaşlara, sınıflara, etnik ve dinsel kökene, toplumsal katmana aynı ve eşit biçimde yaklaşmak demektir ve dolayısıyla kamu hizmeti yayıncısı toplumun her kesimi için içerik üretmek mecburiyetindedir. TRT’de yaptığım belgesellere, daha doğrusu ele aldığım konulara da bu bilinçle yaklaştım. O nedenledir ki, son dönem TRT filmlerimin hemen hepsi emekle ilgilidir. Neredeyse inatla maden işçilerini, tersane işçilerini, mevsimlik tarım işçileri anlattığım filmler yaptım ardı ardına. En ölümlü sektörlerdeki iş cinayetlerini ya da her sektörde görülen ve artık kanıksanmış olan sömürüyü anlatmaya gayret ettim.

Ölüm Ne Yana Düşer Usta, Derleyen: Gül Büyükbeşe&Sibel Tekin, 416 syf., NotaBene Yayınları, 2021.

2017 yılında TRT’den ayrıldım. O günden bugüne ise bağımsız belgeselci olarak çalışıyorum. Son filmim "Ölüm Ne Yana Düşer Usta". 2015’de iş cinayetlerini ve emek sömürüsünü bile bir kenara koymak zorunda kaldığımız ve karanlığın en koyusuna baktığımız bir dönem gelmişti, anımsayacaksınız. Bu film, o dönemin bir ürünü ve birbiri ardına üzerimizde patlayan IŞİD bombalarını anlattığımız bir film. Özellikle Diyarbakır, Suruç ve Ankara Gar Katliamları ile ilgili. Filmi yaptık, bitirdik. Ama söz görüntüden taşınca, yeni söyleşiler de ekleyerek aynı isimle bir de kitap yaptık. Ankara Gar Katliamı'nın altıncı yılında, geçtiğimiz hafta çıktı matbaadan. Kitabı 10 Ekim’e yetiştirebildiğimiz için mutluyuz. Çünkü o kadar acıydı ki o dönemde yaşananlar, unutturmamak boynumuzun borcu.

 Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Doğrusu hayır, beni önce bir hayal dürtmez. Dikkatimi bir “mesele” ya da “konu” çeker. Bunlar genellikle arkamı dönüp yürüyerek uzaklaşamayacağım konulardır. Çoğunlukla derin yaralardır, büyük sızılardır. Mesela Tuzla tersanelerinde ya da madenlerde insanlar durmaksızın ölüyordur ve aslında önlenebilecek ölümlerdir bunlar. Ya da Ankara’da 78 gün süren ve daha yaşanırken efsaneye dönüşmüş bir Tekel direnişi olmaktadır, işçiler başkentin göbeğine çadır kurmuşlardır hatta. Ya da yine başkentin göbeğinde bombalar patlamış, insanlar paramparça olmuş ve o gün o alanda olanların hayatı bir daha asla eskisi gibi olamamıştır. Oracıktadır bu meseleler; büyük kederler, büyük sevinçler, büyük karşı çıkışlar. Her şey gözümüzün önünde olup bitmektedir. Ve bütün bunlarla bir derdi olur bazılarının; daha çok konuşmak, daha çok soru sormak, anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak ister. Benim anlatmak istediklerim böyle biçimleniyor diyebilirim. Hemen hiçbir zaman hayali olana uzanmadı düşüncelerim.

Yani derdim iş cinayetlerini anlatmaksa örneğin, “orta yaşlı, erkek bir tersane işçisi bir sabah uyanır…” diye başlamadım düşünmeye. Ya da düşündüysem de, o orta yaşlı işçi tersanede yüksekten düşüp ölebileceği için ya da kum torbaları yerine işçileri bir filikaya sokan koşullar yüzünden ölebileceği için ya da ölmesini engellemek üzere gereken önlemler alınmadığından ölebileceği için; bütün bunlar normal karşılanmasın, anlatılsın, bilinsin diye başladım düşünmeye. Bir tür sorumluluk olarak tanımlanabilir sanırım. Ancak önümde duranı soymaya, sorular sormaya, sonuca değil sürece odaklanmaya başladıktan sonra, “peki şimdi bunu nasıl anlatacağım” noktasına geliyorum. Hikâyeleştirmek ancak o noktadan sonra sorduğum bir soru oluyor; peki şimdi bu hakikatle ne yapacağım?

'TEK ÇAREMİZ DAYANIŞMA'

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Kendimi hiç üvey evlat gibi hissetmedim. Olsa olsa varsıl konağa hayatı kurtulsun diye verilmiş bir evlatlık gibi hissetmiş olabilirim, paylaşamadığım bir zenginliği görerek büyümüşüm gibi. Elbette o evlatlık da bir noktada isyan ediyor. Ya da ben evlatlığın isyan ettiğini, kendi hayatının iplerini eline aldığını hayal ediyorum. İplerini eline alan da elbette önce gidip kendi gibileri buluyor. Ayakta kalabilmek için bulmak zorunda zaten. Demek istediğim dayanışmanın tek çare olduğu. Israrla iddia ediyorum ki, belgesel sinema, bütün kısıtlarına rağmen ya da belki tam da bu kısıtlar yüzünden, sözü etmeye değecek bir dayanışmanın nüvelerini barındıran az sayıda alandan biri. Yani ben varsıl konağın değil, dayanışma amacıyla bir araya gelenlerin oluşturduğu o yeni ailenin bir üyesi gibi hissediyorum kendimi, bir öz evlat gibi.

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Belgesele sinemanın özü diyebilir miyiz, doğrusu çok emin değilim. Evet, ilk filmler anın hareketini kaydetme isteği ile ortaya çıktılar. Ama bu görüntüleri, yani örneğin Lumiere Fabrikası’ndan çıkan işçileri ya da perona giren treni belgesel diye nitelendirmek kanımca hayli abartılı olur. Bunlara olsa olsa belge diyebiliriz ve kuşkusuz belgedirler de. Ama ne zamanki bu görüntüler “kurgulandı”, sinema denen şey de, o zaman sinema oldu sanırım. İster tek tek görüntülerin birbirine bağlanması anlamındaki kurgu olsun, isterse filmin genel kurgusu; sinemayı belirleyen bence o kurgudur. Çünkü sinemada hakikat de, hayal de ancak bir kurgu aracılığıyla anlatılır.

Ben kişisel olarak hakikate önem veriyorum, olgusal gerçekliğe. Sanırım bütün yaşamım boyunca sonuçtan ziyade süreçle ilgili oldum. Yani görünen gerçekliğe dair sorularım oldu hep. Şöyle açayım; sadece sonuçla ilgili olsak, “IŞİD geldi ve Diyarbakır’da, Suruç’ta ve Ankara’da başımıza bombalar bıraktı” demekle iktifa etmemiz gerekirdi. Ama “ne oldu da IŞİD Türkiye halklarına musallat oldu?” sorusunu sormaya başladığınız anda, görünenden hakikate doğru bir yolculuğa çıkmışsınız demektir. Ben de yaptığım belgeselleri en çok hakikatle uğraştığım, hakikat kazıcılığı yapmaya gayret ettiğim işler olarak düşünürüm, böyle düşünmeyi isterim. Bu dönemde bu tür işleri bir tür “eylem” olarak nitelendirenler de var ama ben bu kadar ileriye gitmeden sorumluluk olarak nitelendirmeyi tercih ederim.

'İÇERİK ÜRETİMİ DEMOKRATİKLEŞTİ(!)'

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belgesel bilgi de taşır ve fakat elbette ondan ibaret değildir. Sinemanın üretim araçlarının görece ucuzladığı, erişilebilir olduğu bir dönemde olduğumuz doğru. Deyim yerindeyse, içerik üretimi “demokratikleşti!”. Sonuç olarak, ortada çok fazla “bilgi” ve çok fazla bilgi taşıyan “medya” var. Yalanın sistemin neredeyse başat niteliği haline geldiği böyle bir çağda, bu kadar çok bilginin bir sakıncası olduğunu doğrusu iddia edemem. Fakat bazı sorularım da var; doğruyu yanlıştan nasıl ayıracağız ve üzerimize boca edilmiş bu kadar malumatla ne yapacağız? Bütün bu soruları aşarsak eğer, sinemayı konuşmaya başlayabiliriz kanımca. O noktaya geldiysek, ortaya çıkan “ürünlerin” ne kadarına sinema eseri diyebileceğimizi tartışmakla başlayabiliriz mesela. Demeye çalıştığım şu; karşımıza çıkan bu içerikleri kategorize ederken önce sinemaya dair kavramlarımızın ve tanımlarımızın üzerinden bir kez daha ve dikkatle geçmemiz gerekir. “İster belgesel, isterse de kurmaca olsun, bir içeriği ne sinema yapar?” sorusu peşinden yola çıkacağımız ilk soru olabilir pekâlâ.

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sistemin doğasına gayet uygun buluyorum. Yaşarken görüyoruz zaten ama bir kez de burada söyleyelim; içinde yaşadığımız çağın belki de adaletsizlik, eşitsizlik, baskı, özgürlüklerin kısıtlanması kadar önemli bir karakteristiği daha var; yalan. 'Geçmişle Gelecek Arasında' isimli kitabının Hakikat/Doğruluk ve Siyaset isimli son bölümünde Hannah Arendt, yalanın devlete içkin bir kavram olduğunu, doğrunun bilerek saklandığını söylüyor ve bunu geleneksel yalan olarak kategorize ediyor. Ancak Arendt geleneksel yalan ve modern yalan arasında önemli bir fark olduğunu da vurguluyor ve “geleneksel yalan, olan bir şey hakkında yalan söylemek ya da gerçekleri gizlemekle sınırlıdır. Modern örgütlü yalan ise olgusal hakikatin bizzat kendisini tahrip etmeye yönelen bir radikal eylem biçimini alır” diyor. Bir başka deyişle, geleneksel yalan örtbas etmekse, modern yalan yok etmek demektir. Bugün yapılan, geçmişten farklı olarak doğru ve yanlış arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak. Elbette doğru ortadan kalkınca, bilgi de ortadan kalkıyor. Yalan yakalanabilir olmaktan çıkıyor böylece. Doğru yok ki, yalan yakalansın. Durum egemen açısından böyle. Böylece hakikat giderek kırılganlaşıyor. Halklar için de durum böyle.

Kısaca şöyle bir soruyla devam edebilirim; yalanı başat konuma yerleştirip söz ve müzakere alanını ortadan kaldırmayı hedefleyen kapitalist hegemonya sisteminde, düzenin egemenlerinin, varlık nedeni hakikat olan belgesel sinema ile derdinin olmasından daha anlaşılır ne olabilir ki? Burada elbette bir antagonizma var. Tekrar Arendt’in yukarıda andığımız incelemesine başvuracak olursak, şu cümleyi seçerek buraya taşımamız gerekir; “herkesin yalan söylediği bir yerde, hakikat anlatıcısı farkında olsun olmasın eylemde bulunmaya başlamış demektir.”

Tam da bu nedenledir ki, muhalif her film ve filmci önce kolluğun, sonra yargının hışmına uğrar. Bu yetmez; ürettiği belgeseller ana akım festivallerde gösterilmez olur. Hatta o da yetmez belgeselcinin sadece filmleri değil, sansürle mücadele etmesi de sansürün öznesine dönüşür.

'ESKİ TRT, ÇOKTAN GÖZ HİZAMIZDAN ÇEKİLDİ'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Yıllarını TRT’de geçirmiş biri olarak bu soruya yanıtım kendimi bu yeni internet mecralarında göremediğim olur. Sermayenin benim ve birçok belgeselci arkadaşımın ürettiği tür filmlere sıcak bakmayacağını tahmin edebilmek için kâhin olmak gerekmiyor. Aslında ister belgesel sinema yapsın, isterse de kurmaca sinema; sözü egemenin ve (mutlaka birlikte anılması gerekecek şekilde) sermayenin kurduğu alanın dışından kuran hiç kimsenin, bu mecralarda bir işi ve rolü olabileceğini düşünmüyorum doğrusu. Üstelik geçen her gün bu düşüncemi daha da pekiştiriyor. Zaman hızla bozuluyor. O kadar ki, bugün kendimi, geçmişte kamu hizmeti yayıncılığına uygun içerik üretmek konusundaki ısrarımı bir anlamda onaylayan ve film yapabilmemin önünü açan TRT’de çalışırken de hayal edemiyorum. Eski TRT de, başka birçok şey gibi çoktan göz hizamızdan çekildi.

Peki vaz mı geçeceğiz? Elbette hayır! Vazgeçmeyeceğiz ama birbirimizle dayanışmanın yollarını arayacağız. Çünkü bundan sonra film yapabilmemiz ancak dayanışma ile mümkün olabilir diye düşünüyorum; mesela kooperatif türü örgütlenmelerle ya da yepyeni üretim modellerine kafa yorarak. Sadece yönetmenlerin bir arada olduğu yeni modeller değil kastım, bir film üretim sürecinde yer alan herkesin dahil olduğu dayanışma formlarını hayal ediyorum. Çünkü bizim işimizde ekibin önemi yadsınamaz, filmler ekiplerle çıkar ortaya. Ekipteki herkesin, bu koşullarda iş yapmak için kaçınılmaz bir gereklilik olan dayanışmaya eşit katkı koyduğu bir üretim biçimi hala en büyük düşüm. Tam da burada ve yeri gelmişken, kişisel belgesel yolculuğumu isimlerini geçirmeden anlatmanın haksızlık olacağı birkaç sevgili dostumu mutlaka anmak isterim; Hayri Çölaşan’ı, Nuri Leblebici’yi, Alper Türkdoğan’ı ve Sibel Tekin’i…

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Günlerim şaşırarak ve hala şaşırabildiğime sevinerek geçiyor. Şaşırabiliyorsam eğer, kanıksamamışım, karşı çıkabilirim, söz örgütleyebilirim, mesela film yapabilirim diye düşünüyorum, mutlu oluyorum. Çünkü hiç şaşırmadığımız nokta, bu koyu ve ağır havada nefes almaya alışmak gibi geliyor bana. Kendimi yokluyorum ve henüz o noktada olmadığıma seviniyorum. O zaman hemen işe koyulayım diyorum; şimdiki zamanın kahramanlaştırdığı insanlar var ya da benim kahraman olduğuna inandıklarım. Onların filmlerini yapabilmek, soru sormaya devam etmek; mesela iş cinayetleri ve kadın cinayetleri ile ilgili iki kitap daha hazırlamak istiyorum. Bunları yaparsam, benim penceremden görünen boz bulanık manzaranın bir fotoğrafını çekmiş olacağım sanki… Bunu istiyorum.