Özal iktidarı, mukadder çözülüşünü baskıyı artırarak durdurmaya çalışırken 1990 1 Mayıs’ını da yasaklamıştı. Ama yine de Taksim’e çıkmaya çalışan binlerce insan, 20 bin polis, yüzlerce panzer, boyalı sular ve eğitimli köpeklerle karşılaştı. 19 yaşındaki İTÜ Elektrik Mühendisliği öğrencisi Gülay Beceren, Pangaltı’da plakasız beyaz bir minibüsten açılan ateşle yaralanarak felç oldu. Sorumluları yakalanmadı, siyasi sorumluları yükselmeye devam etti…
1 Mayıslar, Türkiye’de devletin karanlık yüzünün dolaysızca
ortaya çıktığı günler oldu genellikle. 1977 Taksim katliamı,
1989’da Mehmet Akif Dalcı’nın Tarlabaşı’nda güpegündüz
katledilmesi, 1996’da Kadıköy’de üç emekçinin ölümüyle sonuçlanan
katliam girişimi… Bunların tümü sermaye ve devletinin ‘dönemsel bir
ihtiyacı’na da denk gelen, hazırlığı açısından planlı, sonuçları
açısından amaçlı saldırılardı. Bu açıdan kendinden öncekilerden bir
farkı olmayan bugünkü rejimin 2012’den itibaren 1 Mayıslara karşı
çok saldırgan bir tutum alması da öyle…
Biri çok bilinen iki örneği aktardıktan sonra gelelim bugüne.
Biri, devletin 1 Mayısları terörize etmesinin en bilinen örneği
İstanbul Taksim’deki 1 Mayıs 1977 katliamı; diğeri, İstanbul’da
mühendislik öğrencisi bir genç kadının polis tarafından vurularak
felç edilmesi. Bugünün Türkiye’sine uzanan yolda iki simgesel
olay…
* * *
1970’lere gelindiğinde, Türkiye yönetici sınıflarının DP
sonrasında hızlandırdığı sanayi kapitalizmine geçiş stratejisinin
de etkisiyle nicelik olarak genişleyen bir işçi sınıfı vardı artık.
1950’lerin sonundan itibaren, DP’nin baskıcı ve gerici
politikalarına karşı dirençle ortaya çıkan gençlik hareketi,
60’ların sonundan itibaren anti-emperyalist, anti-kapitalist bir
kimliğe bürünmüş, 1968 baharından itibaren yuvarlanan bir kartopu
gibi büyümüş ve siyaset için önemli bir aktör haline gelmişti.
DP’nin tarımsal kapitalizmiyle ağır yoksulluğa itilen, şimdi sanayi
burjuvazisinin işgücü ordusu olarak doğdukları ve birçoğunun hiç
dışına çıkmadığı köylerinden kopup büyük kentlere akın eden
köylüler, geleneksel yaşamın sıla-gurbet nostaljisi yerine gerçek
hayatın, karşısında tam korunaksız kaldıkları kentteki kapitalist
sömürünün soğuk yüzüyle karşı karşıyaydı. Kemal Tahir, Anadolu
kırının çözülüşüne dair ufuk açıcı bir hikâye anlattığı “Körduman”
romanında (*) köy ekonomisinden dışlanmış, hırsız bir köylünün
ağzından şöyle konuşur: “Bizim köylümüz doğru lafa güler de
masallara ağlar”. İşte o köylüler, artık büyük kentlerdeki işçi
ordusunda, kapıcılıkta, müstahdemlikte, çöpçülükte, şoförlükte,
pazarcılıkta, tablacılıkta, işsizlikte sınana sınana, masallara
değil de gerçeklere kulak vermeye başlamıştır. İşçilerin,
işbirlikçi Türk-İş’ten DİSK’e geçmesini önlemek için yapılan
mevzuat düzenlemesini durdurmak için yapılan 15-16 Haziran
1970’teki büyük direnişin ardından, 70’lerin ilk yarısı giderek
güçlenen iki sınıfın, sanayi burjuvazisi ile işçi sınıfının
arasındaki mücadeleyle geçti böylelikle. Askerlerin 1971’deki
müdahalesi, gençlik önderlerinin darağacında katledilmesi, işçi
önderlerinin, sendikacıların, aydınların işkenceyle hapsedilmesi bu
mücadeleye ilişkin açık bir tutumdu. Ordu, burjuvazinin yanındaydı.
Ama işçilerin, gençliğin ve aydınların direnci kırılamadı.
Marksizme yönelen ve büyük devrimci gruplara dönüşen gençlik
hareketi, “Köylüye toprak herkese iş” sloganıyla büyüyen Türkiye
İşçi Partisi, DİSK’in işçi sınıfı içinde 1970’ten itibaren
katlanarak büyüyen etkisi ve mücadeleci sendikal anlayışı, ezilen
sınıfları burjuvazi ve orduya karşı direngen bir güç olarak tutmaya
devam etti. 1976’ya kadar birleşik ve kitlesel 1 Mayıs
kutlamalarına izin verilmemesi, bu mücadelede işçi sınıfına karşı
takınılmış açık bir tutumdu. Ama işçi sınıfının büyüyen politik
gücü karşısında burjuvazi ve siyasal iktidar, 1976’da 1 Mayıs’ın
kitlesel kutlanmasına engel olamadı. O yıl İzmir’de yüzbinlerce
işçinin katılımıyla gerçekleştirilen görkemli 1 Mayıs mitingi,
Türkiye’nin geleceği için başka seçenekler de olduğunu gösteren bir
siyasal mesajdı aynı zamanda.
Aynı yıl Demirel’in AP’si, Erbakan’ın MSP’si ve Türkeş’in
MHP’sinin de bulunduğu 1. Milliyetçi Cephe hükümeti, maaş ödemeyen
patrona karşı işçilerin direnmesini suç sayan ve bunu yapanların,
12 Mart darbesinin kalıntısı, geniş yetkili Devlet Güvenlik
Mahkemeleri’nde yargılanmasını getiren mevzuat değişikliğine karşı
büyük bir halk direnişi örgütlendi. Bu direnişe de sendikalar ve
işçi sınıfı öncülük etmiş, nihayetinde Demirel, Erbakan ve Türkeş
eylül ayında yenilgiyi kabul ederek geri çekilmişti.
1977 1 Mayıs’ına bu moralle, bu ivmeyle gidiliyordu.
Burjuvaziyle faşist siyasal koalisyon arasındaki evlilik sona
ermiş, aynı yıl haziranda erken seçime gidilmesi
kararlaştırılmıştı. İşte devlet böyle bir ‘an’da ortaya çıktı.
Taksim Meydanı’nı dolduran yüzbinlerin üzerine çevredeki binalardan
ateş açıldı, üzerlerine panzer sürüldü. Kaçış yollarındaki dar
sokakları kamyonetlerle kapatarak insanların ezilmelerine neden
oldular. 1977 1 Mayıs’ı, devletin, açık ve gizli unsurlarıyla
tertiplediği bir ‘gidişata müdahale’ katliamına dönüştü. Oradan
açılan yol 12 Eylül’e, 1990’lara ve günümüze geldi.
.
* * *
12 Eylül’ün sivil görünümlü devamı, askerlerin yarattığı görece
‘rahat’ ortamda, neoliberal ekonomik politikaları bir bir hayata
geçirirken, özellikle çalışan sınıfları yoksullaştırdı. İhracatçı
ekonomi ve yüksek enflasyon nedeniyle fiyatlar sürekli yükseliyor,
ücretler eriyordu. 12 Eylül’den 9 yıl sonra, çalışanların satın
alma gücü 3’te 2’ye düşmüş, halkın her 3 lirasının 2’sine el
konulmuştu. 1989 başındaki toplu iş sözleşmelerinde kendilerine
önerilen komik zamma ve iyileştirmelere karşı direnişe geçen kamu
işçileri, bu çıplak ekonomik gerçeğin yanı sıra tüm emek karşıtı
politikalara ve siyasal baskılara da bayrak açmış oldu. Kendinden
emin, ülkeyi 12 Eylül konforunda bir çiftlik gibi yöneteceğini
sanan Özal, eylemleri “kendisine karşı komplo” olarak suçladı ve
işçileri aşağıladı. Demirel’in “yollar yürümekle aşınmaz” ekolünden
gelen Özal’a cevap eylemlerin büyüyerek 600 bin işçiye ulaşmasıyla
ve o sıralarda yapılan yerel seçimlerle verildi, ANAP belli başlı
tüm kentlerde belediye yönetimlerini kaybetti. Ardından Özal,
direnen işçilere yüzde 140 oranında zam yapmak zorunda kaldı. 1989
1 Mayıs’ı bu koşullarda yapıldı ve Tarlabaşı’ndan Taksim’e yürümek
isteyen grubun üzerine açılan ateşte 18 yaşındaki işçi Mehmet Akif
Dalcı göğsünden vurularak öldürüldü.
Özal ve ANAP iktidarı, mukadder çözülüşünü baskıyı artırarak
durdurmaya çalışırken 1990 1 Mayıs’ını da yasakladı. Yine binlerce
insan, Tarlabaşı’nda, Pangaltı’da, Şişli’de, Osmanbey’de,
Sıraselviler’de, Gümüşsuyu’nda bir araya gelerek Taksim’e çıkmaya
çalıştı. Taksim çevresine yığılan 20 bin polis, yüzlerce panzer,
boyalı sular ve eğitimli köpeklerle karşı karşıya kalacaklardı. 19
yaşındaki İTÜ Elektrik Mühendisliği öğrencisi Gülay Beceren,
Pangaltı’da üniversiteden arkadaşlarıyla Taksim’e giden Cumhuriyet
Caddesi’ne çıkmaya çalışırken, plakasız beyaz bir minibüsten
üzerlerine ateş açıldı. Gülay Beceren yaralanan çok sayıda kişiden
biriydi. Kurşunlar beline ve omzuna isabet etmişti. Görgü
tanıkları, onu ağır yaralı olarak yattığı yerden alan polislerin
hastane yerine Feriköy Karakolu’na götürdüğünü anlattılar. Gülay
Beceren vücuduna isabet eden kurşunlarla ömür boyu felç kaldı. Onu
vuran mermilere ait çekirdekler ‘bulunamadı’, balistik inceleme
yapılamadı ve dolayısıyla silah tespit edilemedi. Bugünün yönetimi
tarafından da geçtiğimiz aylarda tutuklanan dönemin Kars
milletvekili Mahmut Alınak’ın, Gülay Beceren’in felç bırakılmasıyla
ilgili önergesindeki soruların ‘bir kısmına’ ve kibirli bir üslupla
yanıt veren dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, suçlamaları
inkar ederken bile açık verdi. Beyaz minibüsün Emniyet Trafik
Şube’ye ait olduğunu itiraf etti. (**)
Gülay Beceren emekçi bir ailenin çocuğuydu. Tedavi ve
rehabilitasyon masrafları, insan hakları kuruluşları ve sol
grupların kampanyalarıyla karşılandı. Onu tekerlekli sandalyeye
mahkûm ettikten sonra kaderine terk eden devletin İçişleri Bakanı
Abdülkadir Aksu, yıllar sonra AKP’nin kurucuları arasında yer aldı.
“Muhafazakâr demokratların” iktidarında yeniden İçişleri Bakanı
oldu.
1989 ve 1990 1 Mayısları, 12 Eylül’den sonra yeniden tırmanışa
geçen işçi ve halk hareketine karşı ‘devlet’in verdiği kirli
yanıttı. 1977’de otel pencerelerinden, bina çatılarından plakasız
araçlardan ateş edenler, yine plakasız minibüslerle çıkmışlardı
halkın karşısına. Bürokraside, siyasette ve ekonomide yükseldiler.
Bir partiden o partiye geçerek. Eskilerinin yerine yenisini kurarak
aynı iktidarı sürdürdüler bir bakıma. Bugünkü yönetimin de baştan
beri, ama özellikle de 2012’den sonra gösterdiği kararlı 1 Mayıs
düşmanlığı, anıta çelenk koymak isteyen sendikacılara yaptığı
muamele bu konuda da kendi ‘öncüllerinin’ devamı olduğunun
kanıtıdır. Vaktiyle ihtilaflıymış gibi göründüğü ‘eski Türkiye’nin
tüm güçleri, sadece fikren değil, başından beri ama artan oranda
cismen de içlerindedir. Özal da, Aksu da, Ağar da, Soylu da, Çiller
de oradadır.
(*) Körduman, Sağırdere romanının devamı niteliğindedir ve
bu iki roman, Çankırı çevresindeki köyler ve köylülerin dönüşümünü
gerçekçi gözlemlerle anlatır.
(**) Mahmut Alınak’ın soru önergesine şu linkten, İçişleri Bakanı
Abdülkadir Aksu’nun yanıtına ise şu linkten ulaşılabilir.