Gülten Taranç: Yeni Türkiye Sineması'nı bir yere oturtamadım!
Gülten Taranç ile ilk filmi 'Yağmurlarda Yıkansam' hakkında konuştuk. Taranç: "İlk filmi yapmak çok zor ama ikinci filmi yapmak daha da zormuş" dedi.
DUVAR - Gülten Taranç ile yönetmenliğini yaptığı ilk filmi Yağmurlarda Yıkansam'ı, sinema okullarını ve politik sinemayı konuştuk. Festival ve gişe sinemasından konuştuğumuzda ise Taranç, filminin iki kategoriye de uymadığını söyleyerek, “belki de kendi kuşağımın ilk yönetmeni olduğum için yalnız kaldım” diyerek düşüncelerini açıkladı.
İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?
Hatırlamıyorum ama ilk gittiğim gala babam Ragıp Taranç ve hocam Faik Kartelli’nin yönettiği Bir Düğün Masalı adlı uzun metrajmış, yıllar sonra izledim tabi ki… Hatırlayarak izlediğim ilk uzun metraj film ise İstanbul Kanatlarımın Altında, İzmir galasına gitmiştim.
Çocukluğunuzun geçtiği bölgede çok sinema var mıydı?
Çeşme’de yazlık sinemalar vardı, lazerler yeni çıkmıştı. Öpüşme sahnelerine lazer tutardık. AVM kültürü daha başlamamıştı. Karşıyaka’da da çok sinema vardı. Küçük yaştan itibaren ailemle birlikte film festivallerine gidiyordum. Birçok yönetmenle küçük yaştan itibaren tanışmaya, sohbet etmeye başladım.
Uzun metraj kurmaca bir film çekmeden önce birçok kısa film yapıyorsunuz. Sizin için kısa film uzun metrajın ön aşaması mıdır?
Deneme tahtası desem pek de yanlış sayılmaz. Hiçbir zaman gerçek anlamda bir kısa film üretemedim, hep sanki uzun metrajın ön denemesi gibiydi. Aslında bu yanlış bir şey, kısa bir fikri kısa bir anda anlatmak çok önemli, uzun metraj çekerken, yaptığım denemeler çok yararlı oldu özellikle kurduğum bir mekânda çift zaman anlatımında ve oyuncu yönetiminde. Eğer oturup kısa filmlerim arka arkaya izlenirse nereden nereye gelindiği açık olarak ortada.
Yağmurlarda Yıkansam filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?
İlk kaygım gerçekten kadınları anlatmasıydı ve bunu yaparken de eril bir dil kullanmak istemiyordum. Okul arkadaşım Çağla Canbaz’ın da kadın temaları ile ilgili yazdığını biliyordum ve belli bir aşamadan sonra son yedi ay kendisiyle yazmaya devam ettik senaryoyu. Tabi ki sonrasında ekonomik kaygılar geliyordu. Çekilen yüklü miktar bir kredi ve uzun süre ilgilenmem gereken bir film. Altı ay kurguda geçti ve bu sırada dışarıdan iş kabul edemedim.
Daha sonrasında ise bu altı ayı karşılamak adına daha da fazla iş üretmek durumunda kaldım. Maddi ve manevi bir çöküş döneminden sonra Altın Portakal geldi. Artık prestij ödülü olan Altın Portakal kendimi ve filmimizi duyurmamızı sağladı. Film iki sene geçmesine rağmen kar etmedi ama bir şekilde yaşamaya ve üretmeye devam ediyoruz. İdeallerin bedeli ağır oluyor bu ülkede ve asla ödenmiyor.
Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu? Türkiye Sineması tanımlamasının kavramsal olarak sizde nasıl bir karşılığı var?
Yaptığım filmleri Akdeniz Sineması içerisinde kategorize etmem yanlış olmaz diye düşünüyorum. Balkan kökenliyim, kullandığım müzikler, atmosferler, oyuncuların tavırları, kullandığım kültürel kodlar “İzmirli” ama daha ziyade Akdenizli… Tabi ki herkese “kadın sineması” tanımı daha başka geliyor, daha yapılmayan bir tür ve bundan da asla gocunmuyorum. Belki feministler sevmedi filmimi ama gerçek bir feminist olduğumu düşünüyordum, değilmişim. Türkiye’de 24 çeşit feminist varmış, ben önce insan sonra kadın sonra İzmirli, sonra Balkanlıyım…
Filmimiz “Balkan Film Food Festivali”nde uluslararası en iyi film ödülü aldı. Bu da zaten kullanılan kodlardan ve anlatımdan ileri geldi. Yağmurlarda Yıkansam aynı zamanda yüksek lisans tez projem olduğu için kavram karmaşaları ile çokça karşılaştım. Bana göre “Türkiye Sineması” kavramı doğru bir kavram çünkü milliyetçiliği ortadan kaldırıyor sonuçta ben de Selanikliyim, Arnavut’um ve Romanyalıyım… Ama tezde de karşı çıktığım bir kavram olan “Yeni Türkiye Sineması”nı bir yere oturtamadım. Filmleri analiz ettiğinizde ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor. Yeni Türkiye Sineması, Yeni Türkiye’nin sineması mı? Çünkü bu filmler “Yeni Türkiye” diye bahsedilen dönemi anlatıyorlar, karanlık, soğuk ve ülke gerçeklerinden bahsetse de halka ulaşamayan bir sinema…
Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Bence özel olan en politiktir. Aileyi anlattığınız anda toplumun çekirdeğine inmiş olursunuz. Kadın cinayetlerinin politik olduğunu düşünüyorum. Uygulanan yanlış politikalar, eril zihniyeti destekliyor ve bu cinayetler önleneceğine günden güne artıyor. Eğer bu filmi sadece festival çevresine yapıp orada tutsaydım politik olmayabilirdi ama ne zaman ki filmi alıp 70 bin kilometre yol yapıp kadınları bilinçlendirmek amacıyla Türkiye’nin her yerine ulaşmaya başladım, o andan itibaren politik bir sinema yaptığımı söyleyebilirim.
Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?
Yağmurlarda Yıkansam dağıtımını da üstlendiğimiz bir yapım oldu. Kapı kapı, sinema sinema gezdirdiğimiz bir film oldu. İlk filmi yapmak çok zor ama ikinci filmi yapmak daha da zormuş. Eğer maddi olarak kalkınamadıysanız, ilk film sizi bataklık gibi dibe çekmeye devam ediyor. Yine de ikinci filmi yapmak istiyorum. Tek mekânda geçecek olsa bile film çekmek çok maliyetli bir iş. Türkiye’nin birçok yerinden birçok insanla tanıştım ve artık ikinci filmi bekleyen bir kitle var, bu bile beni ikinci filmi yapmak için sabırsızlandırıyor.
Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?
Açıkçası bir hikâye beni uyutmuyorsa doğru hikâyedir. Gerçekten çekene kadar uyuyamıyorum. Senaryoyu polisiye filmlerdeki gibi bir şemada başlatıyorum. Yaşadığım evin salonunun ortasında duruyor. Karakterleri yaratırken yakın çevremden insanları da seçebiliyorum, bazen kendimi de karakterlerden birine yansıtabiliyorum.
Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?
Bence Türkiye Sineması’nı kötü anlamda etkileyen bir ayrım oldu bu. Festival filmleri belli bir çevrenin, zümrenin filmleri oldu. İşin acı yanı ise o zümre kokteyllerde elinde kadehi ile dünyayı yorumlayan bir zümre, halktan kopuk birçoğu, metrobüse bile binmiyordur diyorsunuz içinizden… Entelektüeller, fakirliği, faşizmi çok yanlış anladılar. Git gide birbirine benzeyen filmleri yücelttiler, film yapamayacak insanları yönetmen diye lanse ettiler ve bu insanlar umutsuz, mutsuz insanlar…
Gişe filmleri ise ne kadar saçma ise o kadar tuttu. Halk bunu istiyor dediler, halkın eğitim seviyesi ilkokul dört dediler ve asla lise ve üniversite düzeyine çıkarmaya kimse uğraşmadı. Bu anlamda biraz safça gözükse de ikisine de dâhil olamayan bir denemedir Yağmurlarda Yıkansam… Şu an size bunları anlatırken idealizmle, enayilik arasındaki ince çizgide yürüdüğümün farkındayım ancak belki de kendi kuşağımın ilk yönetmeni olduğum için yalnız kaldım. Sonuçta 90 yılında doğup uzun metraj çekmiş bir yönetmen daha olmadığına göre kimse bizim kuşağımızın ne anlatacağını bilmiyor… Ve bende bu noktada diğer hikâyelere oranla naif olanları anlatıyorum.
Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?
Bu dönemde yaşadığımız topluma faydalı olmamızın başka bir yolu yok. Yağmurlarda Yıkansam da bunu biraz daha ileriye götürdüm, şirketim bir kazandıysa, gösterimi yapan dernekler üç kazandı ve film gerçekten de ihtiyacı olanlara ulaştı… Öldürülen kadınların üzerinden para kazanmak vicdani olarak reddettiğim bir duruma dönüştü ve bu yüzden de kar edemedim. Film duyuldukça kadın cinayetleri de duyuldu. Üstü örtülen bir mesele mobingler ve kadın cinayetlerine küçük bir farkındalık yaratabildiysek zaten başarmışız demektir.
Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?
Bağımsız sinemacıların ne kadar bağımsız olduğunu tartışmakla başlayabiliriz. Yurtdışı fonları sizin başlangıçtaki senaryonuzu öyle bambaşka bir şeye dönüştürüyor ki artık Türkiye’den çıkan bağımsız filmleri değil, Avrupa’nın gözünden Türkiye’yi anlatan bir filmi izliyoruz. Kültür Bakanlığı’ndan destek almak için çokça namaz sahneleri görmeye başladık… Herkes bir anda dine imana geldi… Bunların hiç birini yapmadan kaç kişi film yapıyorsa Türkiye’de işte onlar bağımsız sinemacı…
Arkasına kim büyük yapımcıları almadan mütevazı mütevazı derdini anlatmaya çalışıyorsa, onlar bağımsız sinemacı… Ülkemizde neredeyse hiç yok gibi… Kendimi bağımsız sinemacı olarak tanıtmam yanlış sayılmaz ama beni de bitirmek için bağlamaktan beter eden tehditlerle uğraşıyorum, insanların derdini anlatmaya çalışanlarla bu kadar derdi olmasını anlayamıyorum. Genç meslektaşlarıma tek bir şey söyleyebilirim, kendi paralarıyla film yapmasınlar, hele ki olmayan bir parayla asla film yapmasınlar. Gerçekten onları uyutmayan bir dertleri var ise kısa filmlerle başlamak en mantıklısı…
Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu
sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?
Olabildiğince kimseden etkilenmemeye çalıştım. Kameramı başkasının kamerasına değil yaşadığım topluma tutmaya çalıştım. Yalnız gördüğüm ve gözlemlediğim kadarıyla birine atıfta bulunduğunuzda daha kıymetli oluyorsunuz, onu yeniden yorumladığınızda daha özgün kabul ediliyorsunuz. En sevdiğim yönetmen Almodovar, kedimin ismi bile Pedro, kendisiyle
bir gün tanışabilirim belki diye Meksika’da bir sene kalıp İspanyolca öğrendim. Bir filmin tek bir sahnesini çekme şansım olsa Angelopoulos’un Ağlayan Çayır’ından bir sahneyi çekmek isterdim, hem en sevdiğim hikâyelerden birisi hem de kendisinden dinlediğim kadarıyla köye gerçekten su bastırmışlar, bu güçte prodüksiyonlar kurabilmek isterdim.
Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?
Hiçbir okul bilgiyi, beceriyi hap yapıp yutturamaz. İş öğrencinin almak istemesi ve kapasitesine de kalıyor. Eskiden üç üniversite varken şu an her şehirde sinema televizyon bölümü var, eğitim kalitesinin bozulmaması imkânsız. Kendi okulum Dokuz Eylül Üniversitesi Film Tasarımı Bölümü çok başarılı yönetmenler çıkarıyor, çünkü sadece teknik olarak değil kuramsal olarak da donanımlı olarak mezun ediyor bizleri.
Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?
Yönetmenin sağ kolu, olmazsa olmazı… Maalesef ilk filmimde yapımcılığı da üstlenmek zorunda kalınca çok zorlandım. Senaryo aşamasından itibaren sizinle birlikte filmin yanında olan kişi yok ise yapımcı daha önemli oluyor. Filme finansı bulmanıza yardımcı olan, set ekibini kuran, mekanlar ile bağlantıya geçen, kısacası sette, öncesinde ve sonrasında görünmeyen detayları halleden kişi denebilir. Bağımsız sinemacılar genelde yapımı da üstlenmek durumunda kalıyor ancak bu yanlış bir şey çünkü kadraja, hikâyeye, oyunculara odaklanacakken, bir anda kendinizi sorunların içinde buluyorsunuz. Yaratıcı bir yapımcınız olması da çok önemli, mesela hikâyenin içine sizinle birlikte girmesi ve o ruha uygun mekânlar bulması çok önemli bir şey.
Medyanın ve toplumun kadına bakış açısı bu denli sıkıntılıyken sinema sektörü gibi ekmeğin aslanın ağzında olduğu bir alanda kadın kimliğiyle üretim yaparken
zorlandığınız oldu mu? Bu dönemde hiç kadın olduğunuz için ayrımcılığa maruz kaldınız mı?
Bence kadın- erkek herkesin zorluk yaşadığı bir dönemdeyiz, hem ülkemizde hem de sektörde. İnsan olmak, insan kalabilmek zor bir şey bu devirde ancak kadın olmak tabi ki biraz daha zor. Geriye dönüp baktığımda yaşadığım sıkıntıları kadın olmama bağlamıştım ancak şimdi görebiliyorum ki asıl sıkıntım dürüst, çalışkan ve azimli olmammış…