"Mucizeler" bazen konuşur da. Ve hakikatin süslenmeye hiç ihtiyacı olmaz. Enkaz altından 150 saat sonra çıkarılan bir kadının şu ilk sözlerinin önüne hangi “edebi” tanımlama ya da acıdan yağ çıkarma geçebilir: "Param yok, beni özele götürmeyin."
Sevginin bin bir türü, rengi, tonu var. Hepsinin ortak noktası
güvendir. Bununla bize bin yıllardır bir çarpılma, vurulma, bir tür
kamyon kazası, kahrından ölme, sevdiği için sevdiğini öldürme gibi
dümdüz cinayete uzanan bir çizgide benimsetilen trajik patriyarkal
aşk anlatısından bahsetmiyorum. İdeal olarak aşkın da içinde
bulunması veya yeşermesi gereken, sevgi kastettiğim. İnsan
eşini/sevgilisini sever, dostunu sever, ailesini sever, tanıdığı ve
tanımadığı pek çok insanı farklı biçim ve düzeylerde sever. Aklı
olan bunları birbirine kırdırmadan, kıyaslamadan, sapla samanı
ayırarak, iyi bir denge içinde sever ama hepsini de sever yani.
Sevgi bilgisi arızalanmamış, sevme kabiliyetini ya da kalbiyle
irtibatını yitirmemiş her insanın kalbi yeterince geniştir.
Yalnızca insanı değil, kediyi, köpeği, diğer hayvanları, toprağı,
suyu da sever çünkü bilir ki bir bütünün parçalarıyız hepimiz.
Yalnızca birinci derece yakınlarını ve benzerlerini, çıkardaşlarını
ya da görece risksiz bir yakınlıkta, az emekle onay alıp kendini
iyi hissettirenleri değil, ülkesine sığınan mülteciyi de,
kendisiyle aynı dili konuşmayan yurttaşları ya da yabancıları da
sever. Tek tek sevemez elbette herkesi, zaten buna gerek de yok.
İnsanlığın ve akıp giden hayatın bir parçası olduğumuzu, hepimizin
bu dünyanın misafiri olduğumuzu bilmek yeter. Bu genel kavrayış
temel durumlarda imtiyazını kaybetmemek için korkulara,
düşmanlıklara, gücünün yettiğini ezmeye, şiddete, yok etmeye değil
yaşatmaya yöneltir insanı. Küçük hesapları siler. Manipülasyonların
etkisini azaltır. Zor zamanda el uzattırır, ayrılıkları ortadan
kaldırır.
Sevginin ortak noktası güven demiştim. “Güvence” değil, güven.
Sevgi bir kariyer yolu değil, bir kişinin ihtiyaçlarının ve
olabildiğince onun dayattığı şekillerde karşılanıp diğerinin
cezalandırmayla, kaybetme korkusuyla sürekli değersizleştirilip
bastırıldığı şeyin adı sevgi değil tahakküm. İnsanlar için de,
toplumlar için de böyle bu. Bize bağlılık, fedakârlık, kader,
tevekkül diye benimsetilen ve genel olarak sevgi tabletiyle
yutturulmaya çalışılan her şey birer manipülasyon aracına
dönüşüyor. Sevgi bilgimiz çok arızalı çünkü, Tanrı da “devlet baba”
da hep biat ve korkuyla empoze edilmiş.
Depremin 8.gününden.
Devlet niye babamız olsun zaten? İyi baba var, kötü baba var,
iyi ama yetersiz ya da suistimale, şiddete yatkın babalar var. Yine
de “baba” dedin mi akan sular duruyor. Babalar hemen affediliyor.
Bu da o hesap işte. Apaçık bir toplum sözleşmesi niye bir tür kan
bağına, tüm yetkilerin bir elde toplandığı aile reisliğine
dönüştürülüyor? Çünkü “baba” kötü de olsa yine şükür başımızda bir
baba var diyeceğiz, iç ve dış düşmanlara karşı bizi o koruyacak.
Bunun için de düşman ya da düşmanlık olmasa bile yaratılması lazım.
Ki gıdım gıdım hayatımızdan giden, emeğimizle, vergilerimizle
sarayları aydınlatan, yandaşlarının bir kısmını akıl almaz bir lüks
içinde yaşatırken ortalama yurttaşı yakınlarının ölüsünü gömebilme
hakkından bile mahrum bırakan bu “baba”nın hâlâ başımızda gerekli
olduğuna inanalım. Canımız burnumuza geleli yıllar olmuş, üstüne 6
Şubat depremiyle daha tasavvur bile edemediğimiz bir yas, travmayla
boğulmuşuz. İnsanların çoğu (maalesef), en temel empatiyle,
“İstanbul depreminin de eli kulağında deniyor, ne yapacağız, tüm
bunlarla nasıl yaşayacağız?” duygusuyla da olsa, hiç görmedikleri
yerlerdeki insanların acısına ağlıyor. Devletin, eksiği gediği
hatası görünmesin diye mümkün her yolla önü tıkanmaya çalışılan
sivil dayanışma yine de tıkır tıkır işliyor. Bunlar olurken
birtakım insanlık dışı, doğa dışı yaratıklar, trol orduları halkın
korkularından nemalanıp kendini semirtmeye çalışan tüm faşist
güçlerin iş birliğiyle ortalara salınıyor. Bütün ülke, toprağından
göğüne yıllardır yağmalanırken ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan
depremzedeler yağmacı diye ölümüne dövülüyor, öldürülüyor.
Suriyeliler enkaz kaldırma çalışmalarına canla başla yardım ederken
enkaz altındakilerin bir kısmı, “Arapça bağırırsak kurtarmazlar
diye sustuk” diyor. Deprem bölgesindeki Türkiyelilerin Arapça,
Kürtçe gibi “başka” dillerden konuşabileceklerini bu toplumun her
nasılsa hala “bembeyaz” bir kısmına anlatmak zorunda kalıyor
insanlar ki mülteci sanılıp kaderlerine terk edilmesin ya da kazara
kurtulurlarsa başları ezilmesin. Bu kadar bihaber, bu kadar kopuk,
bu kadar cahil ve sevgisiz olunur mu?
Acıyla bu kadar aşina topraklarda acının bilgisine, idrakine,
varmak ve başkalarının acısıyla yüzleşmek konusunda hâlâ bu kadar
idmansızlığın bazı yansımalarını acıdan edebiyat çıkarma
çabalarında da gördük. Belki ikinci gün kurtulabilecek insanlar
yakınlarının yardım çığlıkları altında günlerce yerin dibinde
bekleyerek can verirken tek tük mucizeler ana akım TV’de de ağlak
müzikler eşliğinde servis edildi durdu. Ama “mucizeler” bazen
konuşur da. Ve hakikatin süslenmeye hiç ihtiyacı olmaz. Enkaz
altından 150 saat sonra çıkarılan bir kadının şu ilk sözlerinin
önüne hangi “edebi” tanımlama ya da acıdan yağ çıkarma geçebilir:
“Param yok, beni özele götürmeyin.”
Enkaz altından çıktığında ilk sözleri "beni özele
götürmeyin, param yok" olan depremzede.
Bu satırları 14 Şubat’ta yazıyorum. Seven sevdiğine sarılsın
elbette, insanın kendi açmazlarından başka buna mani olabilecek bir
güç yok zaten üç günlük dünyada. Ama şu koşullarda patlamalı
çatlamalı kutlama yapan varsa gerçeklikten kopukluğu dert görmesin.
Ya da görsün, iyi gelir. Tüm bunlar olup biterken üşüyen çocukların
yanında montları ve alabildiğine asık suratlarıyla çocuklarla poz
kesen, işine gelince ağzına mikrofon dayadığı depremzedenin sözünü
kesen/kestiren, acı çekeni tehdit eden, mikrofon başında her gün
“kanı bozuklar, soysuzlar, şerefsizler” diye birbirinden başka
tutunacak dalı olmayan halka hakaret eden, kini, düşmanlığı
kışkırtan “babalar”a hiç ihtiyacımızın olmadığını çoğumuz anladık
artık. Güven, olabilecek her şekilde ve nihayet temelden sarsıldı,
korku bundan, seçim erteleme paniği bundan, “acıyı siyasete alet
etmeyin” diye diye bunun feriştahını yapmak bundan.
AKP Genel Başkanvekili Numan
Kurtulmuş ve AKP heyetinin deprem bölgesinde, güzel güneşli bir
günde gezerken havadan sudan bahsedermiş gibi dolu dolu güldükleri
bir fotoğraf düştü dün sayfalara. Bazı açıklamalar da yapıldı,
“insanlık hali, anlık bir durum, siyasi yağmacılık yapmayın,”
dendi. Yine de herkes sormadan edemedi: “Gülünecek ne vardı?” Çünkü
halkla beraber acı çekip üzülemiyorsanız kendi aranızda gülmeniz
masum olamaz.
Görünen o ki devlet baba bizi sevmiyor, devlet babanın bizi
sevmesine ihtiyacımız da yok aslında. Biz birbirimizi sevmeyi
yeniden, daha iyi öğrenerek çıkacağız bugünlerin içinden. Sabır,
dayanışma, umut, güç diliyorum: Zorbalığın değil sevginin
gücünü.