Yılın son haftası ‘darbe ve terör bastıran’ siviller için ‘peşin af’ çıkaran KHK üzerindeki tartışmalarla geçti. Bu KHK’nın kısa ve orta vadedeki ‘anlamları’na ilişkin tartışmanın yanı sıra eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eleştirisi ve bu eleştiriye gösterilen ‘ateşli’ reaksiyon da epey dikkat çekti elbette. Bu iki olay, siyasal iktidar açısından iki sıkıntılı (ve esasen zaaflı) alanı işaret etmesi nedeniyle de ilginç bir kompozisyon oluşturuyor: İktidar, zaten süregiden, kendisini ‘siyaset dışı araçlarla’ savunma, tahkim etme pozisyonunu, bir kuralsızlık ve güç yetkisi olarak sokağa da taşımak isteyecek kadar güvensiz kendi siyasi pozisyonuna. Bu ‘güven eksikliği’nin yarattığı huzursuzluk, Abdullah Gül’ün eleştirisine gösterilen, doz olarak da kapsam olarak da istikrarsız, ama ‘yukarı’ çıktıkça ‘sertleşen’ tepkilerle de nesnesini buluyor.
Kalabalıklar karşısında dezavantajları arttıkça, kaba kuvvetin çarpan etkisiyle açığını kapatmak istiyor. Kadro isteyen taşeron işçiye “çalışıyorsun işte, daha ne istiyorsun” diyen keskin sınıfsal refleks; Çalışma Bakanı’na “asgari ücret beklentilerin çok üzerinde oldu” dedirten sermaye dostluğu; çalışan, emekçi kesimlerden giderek daha fazla uzaklaşma ve esasen de oralara ‘indikçe’ artan ekonomik hoşnutsuzluklar; daha önce bir şekilde sağlanagelmiş sayısal çoğunluğu giderek daha riskli hale getiriyor. Bu da, çoğunluğun desteğinde bir aksama olursa devreye girecek ‘sadık azınlık’ reaksiyonları tasarlamaya ve bu reaksiyonların olası aktörlerine peşinen ‘kanuni güvenceler’ vermeye sürüklüyor iktidarı. Esasen de iktidar koalisyonunun ‘büyük ortağı’ olarak ‘Erdoğan Partisi’ni.
Ancak bu açık hukuksuzluklara, toplumun ‘kendi doğal bahçeleri’ olarak gördükleri kesimleri de dahil olmak üzere büyük bir kesimi tarafından rıza gösterilmediğini görmek, özellikle ‘içeriden’ gelen eleştirilere karşı ‘aşırı duyarlı’ hale getiriyor. Zaten birçok açıdan ‘sıkıntılı’ iken, kendi doğal bahçesi olarak gördüğü alana hitap edebilecek, orada bir karşılığı bulunabilecek bir figüre direkt alerji gösteriyor.
16 Nisan’dan beri, siyasetin, (bir indirgemeyi göze alarak söylersek) ‘evetçi’ yüzde 50 üzerinde gerçekleştiğini, yani esasen bunların kararsız, şüpheli ya da gevşek duranlarının bir oy/destek havuzu olarak ‘herkesin’ iştahını kabarttığını görüyor Erdoğan. OHAL mağduriyetlerinin, belediye ve örgüt tasfiyelerinin, bu tasfiyelerin Anadolu şehir-kasaba ekonomilerinde elbette yol açtığı ‘yer değiştirmelerin’, ‘ihale iptalleri’nin ve bunlar gibi bir dizi olayın bütünü olarak cereyan eden AKP’nin de bir parti olarak ortadan kaldırılması sürecinin yarattığı bir ‘küskünlük’ olmalı. Hiçbir ‘kurum’ bağına sahip olmak istemeyen kişisel iktidar, bir süredir AKP’yi de kendi dinamikleri olan bir siyasi parti olmaktan çıkartıyor ve muhtemelen bu, en alttaki üyeye kadar herkes tarafından açıkça görülüyor. Pragmatizmin hakimiyetindeki ‘sağ siyaset’ içinde, iktidarın devamlılığı konusunda şüpheler oluştuğunda hızlı ‘pozisyon değiştirmeler’ yaşandığını bizzat kendi deneyimiyle biliyor. Hatırlayalım…
Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ı, birlikte, organize bir hizip-ayrışma hareketiyle RP-FP geleneğinden kopartan süreç, Refahyol hükümetinin devrildiği 28 Şubat sürecinden sonra yaşanmıştı. Erbakan-Çiller koalisyonu, özellikle ordu ve yargı bürokrasisinin etkili bir kesitinde oluşturduğu ‘sistem endişesi’ne rağmen, aynı devlet içindeki başka ‘güç odakları’ tarafından da destekleniyordu. Özellikle 1992-95 arasındaki kirli savaşın hem müsebbibi hem de rantiyeri olan, çeteleşmiş, ‘özerk’, illegal birimler üretmiş, sol terminolojide kontrgerilla, sağda biraz da meşruiyet atfedecek şekilde ‘derin devlet’ olarak anılan blok örneğin…
Doçent Bedrettin Cömert cinayeti ve Ankara Bahçelievler Katliamı davalarının sanığı, gıyabi tutuklu ve firari Abdullah Çatlı’nın yıllardır devletin kadrolu elemanı olarak ‘çalıştığı’ Susurluk’ta ortaya çıkınca, dönemin Başbakanı DYP’li Tansu Çiller’in, “Bu millet, bu devlet için kurşunu yiyen de atan da bizim için şereflidir” diyerek bu bloka alenen sahip çıkmıştır. Zaten Çatlı’nın öldüğü kazadan sağ kurtulan tek kişi de bir DYP milletvekili olan, Urfalı Bucak aşiretinden Sedat Bucak’tı. Tansu Çiller, ‘merkez sağ’ın DYP’si, İslamcıların RP’si, açık ve gizli kollarıyla ‘ülkücüler’ ve güvenlik bürokrasisi ile aşiret-mafya hiyerarşisinden devşirilmiş çeşitli ‘yeraltı’ grupları tarafından desteklenen bir iktidarın başbakanı olarak Susurluk kazasında ‘şehit olanları’ saygıyla anmak durumundaydı.
Ordu ve yargıda halen etkili olan, ama giderek güç yitiren laik bürokrasinin sert tutumu karşısında RP ve Erbakan’ın, zaten aşina oldukları komplocu fikirlere kapılmama şansı yoktu galiba. Zihniyet olarak bugünlere de miras kalan ‘azgın azınlık’, ‘darbe şakşakçısı’ gibi lafları ilk o zaman icat ettiler. Toplumun, Susurluk’la birlikte ortaya çıkan ‘devlet’e gösterdiği tepkiyi, kendi yarım iktidarlarına karşı bir komplo olarak algıladılar. En azından partinin ‘resmi görüşü’ buydu. Ama bu ‘bakış’ın toplumdaki değişim talebiyle örtüşmediğini gören, Necmettin Erbakan’ı en azından parti içinde bir ‘tek adam’ gibi davranmakla suçlayan bir ‘hizip’ de büyüyordu.
28 Şubat sürecinde iktidar bloku çöktü. DYP’li sağcılar, İslamcılar, Türk-İslamcılar, feodal aşiretler, tarikatlar, Susurlukçular tarafından kollanan hükümet devrildi. Bu kesimlerin hepsinin zaman zaman hedef haline geldiği ama özellikle Erbakan ve hareketinin hedefte olduğu bir ‘siyasal ayar’ süreci yaşandı. O hizip de bu süreçte ve bizzat onun bir ürünü olarak yeni bir siyasal harekete dönüştü. 28 Şubat döneminin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir, “Demokrasiye balans ayarı yaptık” demişti. Daha gelenekçi ve tutucu Refah Partisi’nin, ‘batılı değerler’ kod adıyla anılan küresel neoliberal sistemle tam bütünleşmeye gönüllü bir sürüme yükseltilmesi, yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ortaya çıkışı da bu ‘ayarın’ sonuçlarından biriydi esasen.
İktidarı kontrol ettiğini düşündükleri ‘ordu-yargı seçkinleri’ engelini, tavizkâr uluslararası bağlaşıklıklar kurarak ve ‘demokrasi’, AB kriterleri, Kürt sorununa çözüm arayışı gibi araçsallaşmış, manipülatif vaatler kullanarak aşacağını düşünen ‘Yenilikçiler’, bir zamanlar Erbakan Hoca’nın en çok desteklediği, üzerlerine iktidar stratejisi kurduğu isimlerdi: Abdullah Gül, Bülent Arınç, Tayyip Erdoğan, Abdüllatif Şener...
17 yılın ardından, uluslararası ilişkiler açısından eski müttefiklerle sorunlu, istikrarsız, şüpheyle yaklaşılan, içeride de sürekli ekonomik ve siyasi sorunlar üreten, yine ‘tek adam’ eleştirileri yöneltilen ve ironik bir şekilde 90’lar sonunda yenik düşen ‘Susurluk devleti’nin figürleriyle içli dışlılığı dikkat çeken bir iktidar var. Benzer siyasal koşullarda Erbakan’ın mutlak otoritesine ve şahsının manevi gücüne karşı çıkma ‘cesareti’ göstermiş ekipten biri olan Gül, geçmişin bir hayaleti gibi görünüyor olmalı sarayda. Bir başarı elde etme ihtimali ve olası ‘başarısı’nın memleket için ne fayda sağlayacağı bir yana, Abdullah Gül’ün siyasi bir aktör olarak görünme ihtimali bile bunca alerjik reaksiyona yol açıyorsa, ‘bünye’de bir zaaf var demektir. Gül, gücüne ve ne yapabileceğine ilişkin bir kanaat oluşturmadan önce, Erdoğan’ın ‘endişesini’ ve bu endişeye sebep olan güvensizliğini açık etmesine yol açtı.
2019’da ya da öne çekilmiş bir plebisitte, rekabetin esasen ‘kendi yüzde 50’si’ olarak gördüğü kalabalıkların üzerinde geçeceğine ilişkin işaretler arttıkça ‘tedbirleri’ de artıyor. Bu tedbirler, kimi zaman peşin af vaat eden KHK’lar, kimi zaman ‘geçmişin hayaletlerine’ karşı girişilmiş öfkeli ve aceleci itibarsızlaştırma kavgaları olarak ortaya çıkıyor.