Gün görmüş eski şehir...
Tam şu anda seninle birlikte neredeyiz biliyor musun? Eskişehir Odunpazarı Yağcızade Konağı’nın cihannümasında. Her yanı görmeye elverişli, camlı çatı katı (2) demek cihannüma, bir tür etrafı kapalı sırça seyir terası. Kendi evim olunca tam tepesinde şöyle bir kuş yuvası olsa da, aydınlığında doya doya kitap okusam dedirten türden. Yok yoook, fildişinden bir kule değil asla. Kalabalıktan soyutlanmak için hiç değil.
Bir müzede ya da galeride sergilenen sanat eserini seyrettikten sonra,
yaratıldığı atölyeye girmeye çalışırım.
Ve orada, oluşum sürecinin hikayesine ilişkin bir şeyler öğrenme umuduyla beklerim.
Hikâyeye içkin umutlara, seçimlere, hatalara, keşiflere dair bir beklenti.
John Berger (1)
Yolculuk evde başlar, yuvada son bulur.
Eskişehir çok iyi geldi bana, hem de tam zamanında. Kötücül düşünceler yavaş yavaş ele geçirmeye başlamışken, yundu yıkadı ruhumu. “Ne olur teslim olmayayım onlara” diye yakarırken kendi kendime; duymuş olmalı.
Her evin bir avlusu, avlusunun ortasında içinde kırmızı Japon balıkları yüzen süs havuzu olmalı; şöyle fıskiyelisinden. Şöminesi olmalı soğuk kış günlerinde önüne uzanmalık. Hele cumbası da varsa yeme de yanında yat, beline kadar dışarılara sark. Merdivenleri olmalı, döne döne göklere uzanmalı, sonsuza varmadan az önce cihannümaya dalmalı.
Tam şu anda seninle birlikte neredeyiz biliyor musun? Eskişehir Odunpazarı Yağcızade Konağı’nın cihannümasında. Her yanı görmeye elverişli, camlı çatı katı (2) demek cihannüma, bir tür etrafı kapalı sırça seyir terası. Kendi evim olunca tam tepesinde şöyle bir kuş yuvası olsa da, aydınlığında doya doya kitap okusam dedirten türden. Yok yoook, fildişinden bir kule değil asla. Kalabalıktan soyutlanmak için hiç değil. Aksine, yükseldiğimiz noktadan daha berrak görebilmek, anlayabilmek için olup biteni etrafımızda. Gerçi fildişine ne hacet, hayvana zulmün ilacı lüle taşının ana vatanındayız.
Yağcızade’nin delicesine âşık olduğu zevcesi ince hastalıktan uçup gidince, “Bari kızımı da kaybetmeyeyim.” diye açtırmış evlerinin çatısını, kondurmuş cihannümayı tepesine. Eskişehir’in tamamını buradan seyredalsın diyerekten bir daha evden dışarı salmamış kızını. Heyhat! E üzüldüm tabii; bir gün ulaşırız diye için için kurduğumuz hayaller, başkalarının kâbusu olabiliyor diye.
Odunpazarı Belediyesi, 265 yıllık Yağcızade Konağı’nı restore ederek Ataol Behramoğlu Kitaplığı’na dönüştürüyor ve 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde halka açıyor.(3) Genç bir kızın hapsolduğu varsayılan konağın duvarlarında bugün şairin dizeleri yankılanıyor: “Bebeklerin Ulusu Yok.”
Babalar çıkarmayın onları akıldanAnalar koruyun bebeklerinizi
…
Senin benim hiç kimsenin değil
Bütün bir yeryüzünündür onlar
Bütün insanlığın gözbebeği
Düşünmek seni de acıtıyor mu bazen, peki acıktırıyor mu? Canım sıkıldı mı iştahı tıkanmayanlardanım. Kırım Tatar Kültür Çiğ Börek Evi’ne dal hemen, Yağcızade Konağı’na pek yakın. Bir porsiyon mantı, yarım porsiyon çibörek ne zaman midemi boyladı anlamadım. Yetmedi. Keşke tam porsiyon yeseydim. Sohbete doydum buna karşın. Uzun süredir içimde olan Kırım’ı görme isteğim pekişmiş bir şekilde Odunpazarı sokaklarına geri döndüm. Hemen yanı başımızda Kurşunlu Cami ve Külliyesi. Külliye’nin mimarının Mimar Sinan’dan önce mimarbaşı olan, Acem Ali olduğu düşünülüyor. Gerçek adı Alaeddin Ali Bey olan Acem Ali, Osmanlı mimarlığında adı bilinen ilk mimarbaşıymış (1519-1537).
Külliye; cami, şadırvan, zaviye (küçük tekke), talimhane, harem, imaret, Mevlevi şeyhlerine ait türbe ve iki kervansaraydan oluşmaktadır. Caminin kubbesi kurşunla kaplı olduğundan Kurşunlu Camii adını almıştır… Günümüzde Külliye içinde yer alan kervansarayda Sıcak Cam Üfleme Atölyesi ve Cam Sanatları Merkezi bulunmaktadır. Bu kısım Uluslararası Odunpazarı Cam Festivali ve birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır… Medrese bölümünde ise (hanikâh ve Mevlevi Âsitanesi olarak da adlandırılır) günümüzde dünyada açılan ilk Lületaşı Müzesi bulunmaktadır. (4)
Hani dedim ya az önce, “Fildişine ne hacet, hayvana zulmün ilacı lületaşının anavatanındayız.” diye, işte bunun için. Onca hayvanı telef etmeden, yerin dibinden ustalıkla çıkarılan lüle taşından oyulan muhteşem eserler sergileniyor bu müzede, en az fildişinden yapılanlar kadar güzeller. Elbette alışveriş de yapabiliyorsun.
“Be Mobile - Create Together!”(5) (BMCT) sanatçılarıyla, sanatçı konuk evi yazı dizimiz devam ediyor.* Birazdan Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü öğrencileriyle bir araya geleceğiz. Bölüm Başkanı Rıdvan Hoca’nın (6) davetlisiyiz. Geniş atölye tıklım tıklım dolu. BMCT proje ortaklarından İstanbul Kültür Sanat Vakfı (7) proje koordinatörü Duygu öncelikle Konuk Sanatçı Programı’nın ne demek olduğunu anlatıyor. Gözde de projeyi tanıtıp, yurt içi ve yurt dışı programlardan örnekler veriyor. Amaç Anadolu Üniversiteli genç sanatçıları bu tür programlarla tanıştırmak ve dünyaya açılmaya cesaretlendirmek. Pür dikkat dinliyorlar. Asıl motivasyon ise BMCT’ye katılan konuk sanatçıların deneyimlerini dinlerlerken ortaya çıkmaya başlıyor.
Amsterdam’da yaşayan 1990 New Jersey doğumlu yazar ve felsefeci Simon(e) van Saarloos, adındaki “e” harfini parantez içine almış. Niye ki? Bu şekilde, toplumsal cinsiyet normlarını sorguluyor ve “doğuştan geldiği” ya da “bariz olduğu” varsayılan her şeye şüphe ile yaklaşıyor. Paranteze alınanların, anlamlı olduğu söylenenlerden daha anlamlı olabileceğini ifade ediyor. (8) Kitaplarından birisi, burka içinde New York maratonunu koşan bir moleküler biyolog hakkında. Yeni jenerasyon sanatçılarda çok sık rastlanılan bir durum, bilim ve sanatı kaynaştırmak. Simon(e) bebekleri sadece ulusların değil, cinsiyet rollerinin de ötesine taşıyor konuşmasında. Hayatında hiç görmediği, tanımadığı Yağcızade’nin genç kızını cihannümadan hem mekân hem de zaman olarak yüzlerce yıl öteye taşıyor, adeta özgürleştiriyor farkında bile olmadan.
Cihannüma, içine hepimizi alacak kadar genişledi, genişledi, genişledi… Sanki hepimiz bir arada göğe yükseldik. “Genç sanatçıların gözbebeklerindeki merak ışığı her yeri aydınlatıyor.” demek isterdim. Yalan olurdu, çünkü öyle put gibi oturuyorlar, gıkları çıkmıyor.
"Sayıları görsele çevirmek beni heyecanlandırıyor." Diyor Helena. (9) Lisansını California Institute of Technology’de bilim anabilim dalında yapıp, doktorasını Columbia Üniversitesi’nde matematik alanında tamamladıktan sonra; görsel sanatlara yöneliyor. Bilimde okullu, sanatta alaylı. Genetik biliminin hızla ilerlediğinden, fiziksel hayatlarımızın yanı sıra hayatı zihinsel olarak algılayışımızı da dönüştürdüğünden bahsediyor. İlk bakışta naif duran, hatta çalışkan bir öğrencinin düzgün el yazısını andıran tablosunu duvara yansıtıyor. Sözüne devam ediyor.
"İnsana özgü gen ARHGAP11B, modern insanlarda neokorteksin genişlemesinin altını çizdiği düşünülen bir süreç olan ARHGAP11B proteininin beyin kök hücrelerini büyütme yeteneğinden sorumludur. Seçilen renkler, sahilde büyük kalabalıklar halinde bulunan insanları yansıtır: eklektik plaj kıyafeti, gökkuşağı çizgili şemsiye, plaj sandalyeleri ve piknik battaniyeleri çeşitleri."
Bir sanatçının düşünce ve hayal dünyasına dalmak ve etkilenmemek mümkün mü? O harfler benim için asla sadece harf değiller artık. Pek çok şey tam olarak göründüğü gibi değildir sonuçta.
Öğrencilerden biri soruyor:
"İran’ın dışında yaşayan İranlı sanatçıların çoğu sanatlarında bir şekilde İran’dan söz ediyorlar, sizin eserlerinizse daha çok kendinize dair?"
İran’dan çok küçük yaşta ayrılıp bir daha geri dön(e)meyen Mirak Jamal’ın işlerinin herhangi Batılı bir sanatçınınkinden ayırt edilmesine neden olacak bir iz yok ortada gerçekten de. Yani eserleri görünce “Aaaa, bu bir İran’lının çalışması!” demek mümkün değil. Kendi görünümünün yeterince İranlı olduğunu, eserlerinde de bunu yansıtmak gibi bir çabası olmadığını söylüyor Mirak kısaca. Yanağının kenarındaki minik bir gülümseme kalıntısı mı, yoksa bana mı öyle geldi? Yanıtının içinde barındırdığına inanmak istediğim özgürlük hoşuma gidiyor.
Elbette çok yönlü, disiplinler arası çalışan bir sürü sanatçı gelip geçmiş tarih boyunca, son zamanlarda bu durum daha mı yaygın ne? Görsel bir sanatçı pekâlâ yazı da yazıyor. Kendini yazar olarak tanımlayan sanatçılar, efemera (10) biriktirip, topladıkları görsel malzemelerle çeşitli sergiler düzenleyebiliyor. Tam da bu nedenle işleri ağırlıklı olarak görsel sanat olarak tanımlanan Mirak’ın bir yazısını (11) da paylaşmayı tercih ettim seninle.
Bırak kalemi elindenBu duygular,
Fazla saflar kaydetmek için
Nabız:
Tanrı
Kan akışı:
Bir sürü tanrıcık
Öyleyse
Yere, yer aç
Etmek için, inşa etme
Kalemi elinden bırak. Dili kes. (12)
Sıra geldi son günlerde “sosyal medyanın gündeminden düşmeyen.” OMM yani Odunpazarı Modern Müze’sine. Farkındaysan “sanat dünyasının gündeminden düşmeyen” demedim. Çünkü ilginç bir şey oluyor bugünlerde, sosyal medya var olmadan önce pek rastlanmayan. Belki de ben rastlamadım hiç. Kimisi bu durumdan hoşlanmıyor, neden mi hoşlanmıyor, halkın sanat eserlerinin önünde şakır şakır fotoğraf hatta özlerini çekmelerinden. Selfie demeye dilim varmıyor, çünkü onu da uygun bulmuyorlar. Sanata ilişkin bir gündemin “sanat dünyası” diye tanımlanan küçük gezegenin ötesine geçmesi…
Bu çılgınca ilgiyi kişisel olarak en yoğun şekilde ve sanırım ilk defa, 16. İstanbul Bienali kapsamında Ömer M. Koç koleksiyonundan eserlerden oluşan “İçimdeki Çocuk” (13) sergisinde deneyimledim. İğne atsan yere düşmüyor, Abdülmecid Efendi Köşkü’nün tüm odalarını hıncahınç dolduran büyükler, zaman zaman merdivenin tırabzanından sarkan çocuklar ve de en çok kıçı dışarıda, boynu binanın içerisinde uzanan zürafa ile yan yana durmak için sıraya giren herkes.
Bu sergi, sanat dünyasının sayıları azımsanmayacak üstenci bakışlarıyla acı bir şekilde yüzleşmeme sebep oldu. “Allah aşkına bu güruh ne anlar ki sanattan!” naraları atılıyordu. Neyse ki Berger imdadıma yetişti. Bir kitabın ilk sözleri sence de ciddi bir yük taşımaz mı omuzlarında? Kitapların önsözleri de çok şey ifade eder benim için.
"Sanat eleştirmeni olarak anılmaktan oldum olası nefret etmişimdir. On yılı aşkın bir süre sanatçılar, sergiler, süreli müze sergilerine ilişkin düzenli olarak gazete ve dergilerde yazıp çizdiğim doğru.Ne var ki gençliğimden beri içinde hayat bulduğum çevrede, birini sanat eleştirmeni olarak nitelemek hakaret sayılırdı. Sanat eleştirmeni, pek az bildiği ya da hiçbir şey bilmediği konularda ahkam kesen, yargılayan biriydi. Bir sanat simsarı kadar değilse de, münasebetsizin tekiydi.
…
Her yaştan ressam, heykeltıraş ve grafik sanatçısının asgari düzeyde tanıtım, sahiplenilme ya da takdirle, hayata tutunabilmek ve sanatını icra edebilmek için mücadele ettiği bir çevreydi sözünü ettiğim. Maharetliydiler, yüksek standartları vardı, alçak gönüllüydüler, dostları eski ustalardı ve birbirlerini kardeşçe eleştirirlerdi ama sanat piyasasını ve simsarları umursamazlardı. Aralarında siyasi mülteciler çoğunluktaydı; bu yüzden doğal olarak kanundışıydılar. Beni eğiten, esinlendiğim kadınlar ve erkekler bunlardı işte." (14)
Pek çok şey tam olarak göründüğü gibi değildir.
“Genç sanatçıların gözbebeklerindeki merak ışığı her yeri aydınlatıyor.” demek isterdim. Yalan olurdu, çünkü öyle put gibi oturuyorlar, gıkları çıkmıyor.
Gözler ve kulaklar yüzeyin altındakini görüp duyma konusunda pek tembel olabiliyorlar. Öncül kuşakları olarak, gençleri anlamayıp, kendi durduğumuz yerden yargılayıp, kolaylıkla eleştirebiliyoruz. Bize göre bazı şeyler ancak “o” şekilde olursa anlam ifade ediyor. Umarım bu satırları büyük oğlum Umut okumuyordur! Yoksa yandık.
Sanatçı konuşmaları biter bitmez “Soru var mı?” sorusunda sesi soluğu çıkmayan gençler söyleşi tamamlanınca sanatçıların diplerinde bitiverdi; handiyse kollarından çekiştirerek fakültenin giriş katındaki sergilerine götürdüler hepsini. Sohbeti sen orada görecektin. Eserler üzerinden ciddi bir soru-cevap başladı. Eleştirilmek istediler, yorumları can kulağı ile dinlediler.
“Velhasıl” lafına bayılırım, anneannem bir anda yanımda belirir, içim ısınır. Velhasıl, bu hafta da bana ayrılan sürenin sonuna geldim, bu yazı ise daha ancak yarısına gelebildi. Eskişehir ile ilgili söyleyecek en az bu kadar daha sözüm var. Haftaya bizi eğiten, bize esin kaynağı olan kadınlar, erkekler ve hayatı cinsiyet rollerinin ötesinde görenlerle gezmeye devam etmeye var mısın? Odunpazarı Modern Müze’ye gideceğimizi ağzımdan kaçırdım, diğerleri sürpriz olsun.
Dayanamadım, hadi bir kopya vereyim sana:
Yolculuk evde başlar, yuvada son bulur. O yuva neresi ola ki?
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: hayatevinde@gmail.com
* SANATÇI KONUK EVİ YAZI DİZİSİ NEDİR?
Altı aya yayılan bir yolculuğa çıkacağız seninle, benim de yeni adım attığım farklı bir dünyaya. Bildik coğrafyalara başka açıdan yaklaşacağız. Alışık olmadığımız kavramlar keşfedeceğiz. Bir kısmını mantıklı bulup, bir kısmına hiç anlam veremeyeceğiz. Anlam veremesek de anlamaya çalışmanın keyfini yaşayacağız. Bazen belki yanlış, belki örtük laflar edecek, bir sonraki yazıda bunları düzeltmeye, açıklamaya çalışacağız. Öyleyse en güzeli “Sürçü lisan ettiysek affola.” diye başlamak.
Kaşiflerin neden seyahat ettiklerini tahmin edebiliyoruz, peki ya sanatçılar! Neden yer değiştirme ihtiyacı duyuyorlar? Bence onlar da hepimiz gibi ışığı ve aydınlattıklarını arıyorlar. Lambanın pervanesi böcekten nedir ki farkımız?
Avrupalı sanatçılar yüzyıllar boyunca kıtalarının güney ve doğusuna aktı. İtalya, Yunanistan ve ışığın gerçek anlamda yükseldiği Doğu’ya, kadim uygarlıklara uzandılar. Amerika ve diğer kıtaların keşfi, egzotik ülkeler ile tropik adaların cazibesi, gezginlerin yanı sıra sanatçıların güzergahlarını belirledi. Tazelenmenin adı Yeni Dünya oldu.
Ancak Yeni Dünya tanımı da son iki yüzyılda durmadan değişti. Elektrik önce gecelere sonra gündüzlere sızdı. Teknoloji bizi dijital evrenlerle tanıştırdı, zaman ve mekân algımızı dönüştürdü. Bugün hepimiz, yerimizden zerre kıpırdamadan, kucağımızdaki bilgisayarlar, tabletler ve cep telefonlarımız sayesinde; en uzak galaksilerden, mikroskobik evrenlere ziyarette bulunabiliyoruz.
Peki insan sıcaklığının yanında sanal serinliğin esamesi okunur mu? Dünya müzelerindeki en ünlü tabloların dijital kopyalarını milimetrik çatlaklarına varıncaya kadar görmek ile, eserin aslının önünde durmak arasında yüzlerce ışık yılı fark yok mu sence de? Bence sanatçılar, benzer nedenlerle, sanat ve kültürün yoğrulduğu memleketlere bizzat gitmeyi; oralarda kâh kendi başlarına kâh meslektaşlarıyla zaman geçirmeyi tercih ediyorlar.
Rönesans dönemindeki hamiler eskilerde kaldı. Geçmiş yüzyıllarda asil ya da burjuva, varlıklı ailelerin sanatçılara yaptıkları davetlerin yerini konuk sanatçı programları; sarayların, malikanelerin yerlerini sanatçı evleri aldı.
Önümüzdeki aylarda sanatçıların misafir oldukları bu programlar ve evlere seninle birlikte misafir; yer değiştirmenin sanatı nasıl beslediğine şahit olacağız.
Gezinin yepyeni bir boyutuyla tazelenmeye ne dersin?
(1) John Berger, Portreler, Metis Yayınları, s. 13
(4) https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/eskisehir/gezilecekyer/kursunlu-camii-ve-kulliyesi
(5) https://www.bemobilecreatetogether.eu/TR/2-hakkinda/
(6) Prof. Rıdvan Coşkun: https://akademik.anadolu.edu.tr/ridvanc
(8) http://www.simonevansaarloos.nl/
(9) https://www.helenakauppila.com/about
(10) https://tr.wikipedia.org/wiki/Efemera
(11) Görünümü şiir gibi olsa da kendisi “yazı” olarak tanımlıyor.
(12) http://mirakjamal.com/writings/ Çeviri: Sait Fehmi Ağduk
(14) John Berger, Portreler, Metis Yayınları, s. 13